Gamze’yle sabahın dördünce buluşup onu uçuş öncesi
sakinleştirmek için geleneksel kahvaltımız olan alkollü bir şeyler içtikten
sonra diğerleriyle buluşmak üzere havalimanına doğru yola çıktık. Havalimanında
bizi gurumuz Benoit, grubumuzun en genç üyesi İpek ve İspanya’dan bir Katalan
Pau bekliyordu. Uluslararası ve üç nesli
kapsayan grubumuzun yaşça en büyüğü ama kalbi genç atan üyesi Steve Amerika’dan
gelip bizimle Marmaris’te buluşacaktı. Uçmaktan korktuğu ve uçuşların bir
çoğunu da gece yaptığı için Gamze o güne kadar bulutları uçaktan gün ışığında
görmemişti. Gamze’nin bulutları izlerken duyduğu heyecan ve hayretle Dalaman’a
yaptığımız kısa yolculuk göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Dalaman’a
vardığımızda Steve’in uçuşunun varmasını beklemeye başladık. Steve’in uçuşundan
yolcuların çıkmaya başlamasıyla Benoit’nın telefonu çaldı ve Steve uçuş
tarihlerini karıştırdığını ve ertesi gün varacağını söyledi. Steve’in telefonu
uçağın inmesi ve yolcuların çıkmasıyla aynı anda geldiği için önce bizi kafaya
aldığını sandık, ancak bütün yolcuların havalimanından çıkması ve Steve’in hâlâ
ortalıkta görünmemesi sebebiyle ona inanmaya karar verdik ve yolculuğumuza
başlamak üzere şehre indik.
Bir iki minibüs yolculuğundan sonra yürüyüş rotasının
başlangıcına vardık ve üç bin yıllık tarihiyle Karya uygarlığından beri
süregelen bir patikadan yürümeye koyulduk. Grubumuzda İpek gibi yetenekli bir
fotoğrafçı olunca bu işin bütün sorumluluğunu büyük bir minnet duygusuyla ona
bıraktık. Kasabadan uzaklaşıp ormanın derinliklerine indikçe İpek fotoğraf
makinasını çıkartıp doğal güzellikleri çekmeye başladı, ancak çok geçmeden
yürüyen bir ağaç fark etti. Bu kadar eski bir patikanın mistik güçleri olup
olamayacağını aramızda tartışırken yürüyen ağacın ormanın yarısını sırtında
taşıyan yaşlı bir nine olduğunu fark ettik. Evine taşıdığı yakacak odunlarıyla
harika bir fotoğraf karesi sunuyordu ancak elbisesinin güzel olmadığını öne
sürerek İpek’in onu fotoğraflamasına bir türlü izin vermedi.
Turumuzun ilk ayağını hafif yağmur altında kısa bir
yürüyüşten sonra tamamlayarak geceyi geçireceğimiz Turunç köyüne vardık. Turunç
oldukça gelişmiş bir yer olmasına rağmen henüz turizm sezonu başlamadığı için
oldukça sessizdi. Akşam yemeğinden sonra köydeki tek açık barı bulduk ve doğal
kas gevşetici niyetine rakılarımızı söyledik. Her seferinde başardığı üzere
Benoit bir şekilde lafı en sevdiği konu olan Roma yollarına getirdi (bkz.
Isparta yolculuğu). O konuştukça sözleri yavaş yavaş tatlı bir ninniye dönüştü
ve çok geçmeden kendimizi derin bir uykuda bulduk.
Sabah olduğunda Steve bizi kahvaltı masasında bekliyordu. Böylece yaşları 25’den 75’e değişen, Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika kıtalarından gelen altı kişilik ekibimizi tamamlamış oluyorduk. Kahvaltı sırasında Gamze otelin kedisi Osman’la arkadaş olmaya çalışıp onu sosisle kandırmak istedi ama kuzu pirzoladan aşağısı kurtarmaz edasıyla burnu havada kedimiz sosisi beğenmeyip Gamze’yi hayal kırıklığına uğrattı.
Bir önceki yürüyüşten dersimi aldığım için (bkz. Melas
Vadisi) bu sefer olabildiğince hafif bir çantayla gelmeye karar verip uyumak
için Benoit’nın tabuta benzeyen oldukça küçük çadırını ödünç aldım. Klostrofobi
sorunum olmadığı için çadırın içinde ancak vücudumun sığabileceği kadar bir
boşluk olmasını önemsememe rağmen gece yağan yağmur suyunu içeri geçirmesiyle
bir alternatif olmaktan çıktı. Tabut çadırdaki ilk ve son gecem olmasına rağmen
en azından öteki dünya için bir ön hazırlık niteliğindeydi. Kamp ateşini tekrar
yakıp kahvaltı yaptıktan sonra eşyalarımızı toplayıp yola koyulmak üzereydik ki
kamp ateşini söndürecek suyumuzun kalmadığını fark ettik. On parmağında on
marifet biri olarak hemen itfaiye hortumumu! çıkarttım ve doğanın bana verdiği
güçle (sıvıyla) ateşi söndürmeyi başardım (zorunda kalmadıkça tavsiye
etmiyorum, yoğun bir duman ve kesif bir kokuya sebep oluyor).
Yola çıktıktan kısa bir süre sonra bizimle aynı rotayı
yürüyen (daha doğrusu otlayan) bir inek sürüsüne denk geldik. Önce ineklerle
yürümek eğlenceli geldi, hatta güzel bir mööölfie çekmek için çok uğraştık,
ancak inekler attıkları her iki adım için beş dakika otluyorlardı. Önce onların
dilinden konuşup meramımızı anlatmaya çalıştık, o işe yaramayınca bir düzlüğe
geldiğimizde onları geçmek için yeltendik, ancak buzağısına zarar vereceğimizi
düşünen bir boğa sinirlenip bize doğru saldırmaya kalktı (telefonda buzağı
tariflerine baktığımı görmüş olmalı). Tam saldırmak üzereyken pazılarımın
dolgunluğunu fark etmiş olacak ki benimle boy ölçüşemeyeceğini anlayıp
sakinleşti ve geri çekildi.
Rotamızda devam ederken herkesin başka bir yöne baktığı üç
saniye aralığında Steve bir anda ortadan kaybolmayı başardı. David Copperfield
bile kendini bu kadar hızlı yok edemezdi. Önce Steve’in numaralarından biri
olduğunu düşündük, keza aynı günün sabahında Pau Steve’in yapmayı çok sevdiği
bir başka numarasına maruz kalmıştı (insanların sırt çantalarına çaktırmadan
kaya (evet taş değil bildiğiniz kaya) yerleştirmek gibi). Cep telefonundan ona
ulaştığımızda çoktan bir minibüse atlamış, varmayı hedeflediğimiz köye doğru
yoldaydı. Bayır köyüne vardığımızda yaramaz ve şakacı arkadaşımız Steve’i bulup
geceyi geçirmek üzere köylülerden birinin evine yerleştik.
|
Başarısız bir möölfie denemesi daha, ancak ineğin zarif kalçasını kareye sokabildik |
|
Boğa Benoit'dan daha ilgili fotoğraf çekilmekle |
|
İhtimalle zeytinyağı yapımında kullanılan taş değirmen parçası |
|
Kahvehanede gün batımı |
|
Gurme İpek bal tadımında |
Bayır köyünden ayrıldıktan kısa bir süre sonra bacası tüten
bir barakayla karşılaştık. Kafamızı barakadan içeri uzattığımızda bizi köyü
çevreleyen tepelerde çiftçilik yapan tatlı bir çift karşıladı. Âdet olduğu
üzere bir çaylarını içmeden bizi göndermemekte ısrarcılardı. Bizde zevkle
tekliflerini kabul edip taptaze demlenmiş çayı içerken aile ve köy hayatları
hakkında anlattıklarını dinledik. Yürüdüğümüz rotalarda doğa her ne kadar güzel
olursa olsun, köylülerle bu beklenmedik ve sıcak karşılaşmalar hepsinin
ötesinde benim için.
Taş duvarlardan ve çitlerden atladıktan, papatyalarla kaplı
kırlarda yemeğimizi yedikten sonra bir çay molası durağına daha geldik ve bu
sefer bizi renkli kişiliğiyle Dursun isimli bir köylü karşıladı. Herkese
kıymetlim diye hitap eden şair ruhlu romantik bir kişilikti. Dursun bize kekik
çayı ve bisküvi ikram ederken eşi de kızlara topladığı defne yapraklarını,
papatyaları ve taze sarımsakları hediye etti. Punk tarzı saçı, nasırlı elleri,
şairane konuşmasıyla Dursun (lakabı polis) beklenmedik bir yerde hoş bir
sürpriz olarak çıktı karşımıza.
|
Kaşifler günün rotasını çizerken |
|
Bayır'da mükellef kahvaltımız. İşi keyfe vurunca çıkışımız biraz geç oldu. |
|
Halil İbrahim Şengül'le karşılaşma anımız |
|
Halil İbrahim ve eşi Üçgül Şengül. Sıcak, sevecen, naif insanlar. |
|
Daltonlar |
|
Dursun'un (nam-ı diğer Polis'in) şairane tabelası |
|
Dursun ve eşinin ikramı kekik çayı ve çiçekler |
|
"Kıymetlim" Dursun |
|
Kırda yemek molası |
|
Sakalar iş başında |
|
Gamze'nin odun toplamaktan aldığı keyif yüzüne yansımış |
|
Kamp gecelerinin neşe kaynağı psychedelic fotoğraf çalışmaları |
Ertesi gün beyaz ve pembe çiçeklere bürünmüş badem
ağaçlarıyla kaplı İsteriç köyünden geçerek Taşlıca’ya vardık (Taşlıca’ya doğru
yollar köyün adının hakkını verircesine oldukça taşlı). Artık kullanılmayan
okul lojmanına yerleştikten sonra köy kahvesinde akşam yemeğimizi yedik. Bu
küçücük köyde bile kaç tane kahvenin birbiri yanı sıra veya karşılıklı
sıralandıklarını görmek şaşırtıcıydı. Kahveciler arası rekabeti ve düşmanlıkları
düşünmek bile istemem.
|
Taşlıca'nın taşlı yolları |
|
Üstü açık arabayla köyde piyasa yaptık |
|
Gamze güneş yanıkları için yoğurt kürü uygularken |
|
Köy kahvesinde akşam yemeğimiz: kovayla yoğurt, cips, tost, yumurta |
|
İyi, Kötü ve Çirkin. Hangisi kim siz karar verin. |
Bu rotanın en güzel yanlarından biri bütün parkurun sahil
şeridi boyunca ilerlemesiydi. Kâh bir dağın tepesinde deniz manzarasıyla kâh
sahil kenarında suyun hemen yanında hep denizle iç içe yürüyorsunuz. O gün
küçük ve tatlı sahil kasabası Cumhuriyet köyünden geçip Kızılyer koyuna
varmıştık ve bir karar vermemiz gerekiyordu. Ya o günkü hedefimize ulaşmak için
günün geri kalanını yürüyerek geçirecektik, ya da daha önce bu rotayı yürümüş
birinin blogunda okuduğumuz üzere bir tekne kiralayıp oraya kısa yoldan
varacaktık. Tekne kiralamak biraz mızıkçılık yapmak gibi geliyordu ama azıcık
mızıkçılığın da kimseye bir zararı dokunmazdı nihayetinde. Blogda verilen
telefon numarasından Menderes Kaptan’a ulaştık ve yolculuk için keyif
biralarımızı da alıp kaptanla teknede buluştuk (
http://metinkurtiletrekking.blogspot.com.tr/).
Yolculuk boyunca verdiğimiz en iyi karardı diyebilirim. Gökyüzünün kapalı ve
denizin dalgalı olması yolculuğu daha da zevkli bir hale getirdi ve
seyahatimizin en keyifli anlarından birini geçirdik.
Bozburun’a vardığımızda bir anne ve iki kızı tarafından
işletilen Suna Pansiyon’a yerleştik. Ağırlıklı olarak erkek egemen toplumumuzda
kendi ayakları üzerinde duran, güçlü ve başarılı kadınları görmek bizi mutlu
etti. Bahçelerinden kopardıkları taze yeşillikler, peynir ve ekmekle lezzetli
bir hoş geldin yemeğiyle ağırladılar bizi. O günü dinlenme günü ilan ettik ve
benim dışımda herkes yolculuk boyunca ilk kez duşlarını aldı (ben âdeti
bozmayıp birkaç gün öncesinde bir köylünün evinde buz gibi suyla duş almıştım).
Rahatlama günü şerefine akşam da kendimize bir ziyafet
çekmeye karar verdik. Yemeğimizi yedikten sonra köyde yürüyüşe çıktık ve zor
olanı başarıp yolumuzu kaybettik. Biraz dolanıp yolumuzu tekrar bulduğumuzda
içeriden müzik sesi gelen bir restoranın önünden geçiyorduk ve otele dönmeden
önce son bir tek atmak için durmaya karar verdik (son bir tek Benoit’nın
olmazsa olmazlarındandır). Önce eşlik ettiğimiz Türkçe şarkılarla başlayan
gece, sonrasında yerini fado şarkılarına, baçata ve salsa danslarına, ve son
olarak da Benoit’nın Yunan dansı eşliğinde sahnede kırılan tabaklara bıraktı. Adanalı
Cuma’nın Yeri isimli mekanda sanki bir anda Yunanistan’a ışınlanmıştık. Her
yolculukta bir an gelir ve sadece o anı yaşamak için bütün yolculuğu yapmaya
değer, o gece de o anlardan biriydi.
|
Kahramanımız Menderes Kaptan bir elinde dümen bir elinde birasıyla |
|
Bu dalgalar bir harika dostum!! |
|
Herkes gibi Benoit da keyifte |
|
Bu bebeklerden biri o akşam midemizdeydi |
|
Suna Pansiyon'un hoşgeldiniz sofrası |
|
Çetin bir deniz yolculuğundan sonra rahatlamayı hak etmiştik |
|
Bozburun'da evlerin önüne araba yerine tekneler park ediliyor |
|
Gecenin ilerleyen vakitleri, bachata zamanı |
|
Adanalı Cumali'nin Yeri'nde Benoit'nın Yunan dansı şerefine sahnede tabaklar kırılmadan az öncesi |
Ertesi gün Bozburun’dan ayrılırken yine yolumuzu kaybettik,
bu sefer gündüz vakti, ve kendi rotamızı çizerek sonunda Selimiye köyüne
ulaştık. Datça yarımadasında geçtiğimiz diğer sahil köylerine kıyasla Selimiye
şık restoranları ve butik otelleriyle daha çok Cote D’azur’a benziyordu.
Mekanlar şık görünmesine şıktı ancak Sardunya isimli biri dışında hepsi
kapalıydı. Restoran kısmında yemeklerini yemekle meşgul jet sosyetenin
arasından geçip sahibini bulduğumuzda pasaklı görüntümüzden olacak, otelin
sahibi boş odalarının bulunmadığını söyledi, bariz şekilde yalan söylediği
belli olmasına rağmen. Onun yerine köy kahvesinin yanında ev yemekleri yapan
restoranda (tavsiye edilir) ve Birgül Teyzenin Evi’nde (kalınır) çok daha sıcak
bir karşılamayla ağırlandık.
|
Bambina İpek'in kahve falında yolculuğun akıbeti hakkında yorumlarda bulunuyor |
|
İpek 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü hamak sefasıyla kutlarken |
Birkaç gündür yoldaydık, yavaş yavaş yorulmaya başlıyorduk,
ve önceki gün yaptığımız tekne yolculuğu bizi ufaktan rahata alıştırmıştı,
dolayısıyla rehber kitaplarda pek enteresan olmadığı yazan önümüzdeki etabın
ilk kısmını atlamaya karar verdik. Bir mercedes minibüs ve şoför tutup bizi
etabın yarısında bırakmasını sağladık, sonrasında şelaleler eşliğinde enfes bir
doğa manzarasıyla etabı tamamlayıp Turgut köyüne vardık. Her yürüyüşe
çıkışımızda niyetlenip bir türlü başaramadığımız yegane şey bir kuzu çevirmeydi
(bkz. Melas Vadisi). Ancak bu sefer o bebeği mideye indirmeye kararlıydım. Köye
varır varmaz önümüze çıkan herkese satın alabileceğimiz bir kuzuları olup
olmadığını sormaya başladım. Karşımıza ilk çıkan aynı zamanda hayvancılık
yapan, köyün muhtarıydı. Sürüsünde kuzu ve oğlak olduğunu ancak onları kesmeye
kıyamadığını, hatta hiçbir zaman hayvanlarını kesmediğini ve ne zaman kesimlik
satacak olsa buna şahit olmamak için çok uzak köylere sattığını söyledi.
Hayvanlarına nasıl bir duygusal bağla bağlı olduğunu görmek beni çok şaşırttı
ve ne günlere kaldığımız konusunda beni kara kara düşünmeye sevk etti. Yoğun
çabalarım sonunda kuzusunu satmaya razı olan birini bulmayı başardım ancak zafer
sevincim uzun sürmedi, zira kesilen kuzuyu hemen yememiz mümkün değildi, etin
en azından bir gece dinlenmesi gerekiyordu ve maalesef bizim o kadar vaktimiz
yoktu. Bir kez daha o leziz kuzu etine dişlerimi geçirip insanlığın
avcı-toplayıcı günlerinden miras vahşi içgüdümü tatmin etme fırsatını
kaçırmıştım.
|
72'ye gerek yok, bu iki huriyle cennette gibiyim |
|
Geleneği bozmuyor, şelalenin soğuk sularına atıyorum kendimi |
|
Jane Tarzan'ını ararken |
|
Ya tutarsa!! |
|
Vietkonglara taş çıkartırcasına geçiyoruz nehirleri |
|
Turgut köy civarı anıt mezar |
|
Turgut Köy'ün tepeden görünüşü |
Son günümüzde üç gruba ayrıldık, Steve otelde kalıp
meditasyon ve jimnastik yaptı, Pau ve Benoit köy çevresinde yürüyüşe çıktı (ve
dediklerine göre bütün yürüyüşün en güzel manzaralarını gördüler. Yemezler!) ve
kızlarla ben de sahilde yürüyüşe çıktık. Sahilde elinde balık ağıyla suyun
içinde ağır adımlarla ilerleyip ağını fırlatmak için uygun zamanı bekleyen bir
balıkçıyı izlemeye koyulduk ancak sabrımız ağın fırlatılışını görmeye yetmedi.
Yolculuğa başladığımızdan beri en azından bir kere olsun denize girmeyi konuşup
durmuştuk ancak henüz gerçekleştirememiştik. Sonunda bunu gerçekleştirmeye
karar verip suya girmeyi denediysem de gökyüzündeki bulutlar cesaretimi
kırarken esen rüzgar cesaretimin son kırıntılarını da alıp götürdü ve girmekten
vazgeçtim.
Havalimanına gitmek üzere Marmaris’e döndüğümüzde son bir
akşam yemeği için hâlâ vaktimiz vardı. Bu harika yolculuğu ve yeni
arkadaşlıkları kutlamak adına görkemli bir yemek olsun istedik. Marmaris
marinada Neighbours isimli bir restoranda tabii ki rakı eşliğinde nefis mezeler
ve deniz mahsulleriyle bir ziyafet çektik (supya mutlaka denenmeli). Muhabbete
doyamayınca havalimanı servisini yakalamak için keyfimizi yarıda kesmek yerine
planı değiştirip yine şoförlü bir araç kiralayarak daha geç ayrılıp
havalimanına daha hızlı varmaya karar verdik. Yola çıktığımızda hepimiz biraz
içkiden ama çokça da keyiften çakırkeyiftik.
Havalimanına kadar bir buçuk saatlik yol boyunca avazımız çıktığınca
söylediğimiz şarkılar ve kahkahalar eşliğinde seyahat ettik. Kısa bir uçuştan
sonra uçağımız İstanbul’a indiğinde hepimiz ayrı kıtalara, kendi yollarımıza
dağıldık.
|
Yolda gördüğümüz bütün meyve ağaçlarına hunharca saldırıyorduk. Bu sefer saldırmaya gerek kalmadan tatlı teyzemiz doldurdu çıkınımızı. |
|
Şunlardan birini mideye indirmek için çok uğraştım ama nafile. |
|
Güzellik |
|
Suya girmek ya da girmemek, işte bütün mesele bu! |
|
Ve son akşam yemeği, yolculuğun güzelliğine yaraşır bir bitirişti. |