20 Haziran 2015 Cumartesi

KARYA YOLU________________________ Üç Nesil, Üç Kıta, Üç Bin Yıl




        Gamze’yle sabahın dördünce buluşup onu uçuş öncesi sakinleştirmek için geleneksel kahvaltımız olan alkollü bir şeyler içtikten sonra diğerleriyle buluşmak üzere havalimanına doğru yola çıktık. Havalimanında bizi gurumuz Benoit, grubumuzun en genç üyesi İpek ve İspanya’dan bir Katalan Pau bekliyordu.  Uluslararası ve üç nesli kapsayan grubumuzun yaşça en büyüğü ama kalbi genç atan üyesi Steve Amerika’dan gelip bizimle Marmaris’te buluşacaktı. Uçmaktan korktuğu ve uçuşların bir çoğunu da gece yaptığı için Gamze o güne kadar bulutları uçaktan gün ışığında görmemişti. Gamze’nin bulutları izlerken duyduğu heyecan ve hayretle Dalaman’a yaptığımız kısa yolculuk göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Dalaman’a vardığımızda Steve’in uçuşunun varmasını beklemeye başladık. Steve’in uçuşundan yolcuların çıkmaya başlamasıyla Benoit’nın telefonu çaldı ve Steve uçuş tarihlerini karıştırdığını ve ertesi gün varacağını söyledi. Steve’in telefonu uçağın inmesi ve yolcuların çıkmasıyla aynı anda geldiği için önce bizi kafaya aldığını sandık, ancak bütün yolcuların havalimanından çıkması ve Steve’in hâlâ ortalıkta görünmemesi sebebiyle ona inanmaya karar verdik ve yolculuğumuza başlamak üzere şehre indik.

Marmaris'te kahvaltı mekanımız askerlerin çarşı izinlerinde yoğun rağbet gösterdikleri bir kahvaltıcıydı. Her siparişin yanına patates kızartması koyduklarını bilmediğimizden ayrıca patates tabağı da söyleyerek bol patates kızartmalı bir kahvaltıyla güne başladık. 


         Bir iki minibüs yolculuğundan sonra yürüyüş rotasının başlangıcına vardık ve üç bin yıllık tarihiyle Karya uygarlığından beri süregelen bir patikadan yürümeye koyulduk. Grubumuzda İpek gibi yetenekli bir fotoğrafçı olunca bu işin bütün sorumluluğunu büyük bir minnet duygusuyla ona bıraktık. Kasabadan uzaklaşıp ormanın derinliklerine indikçe İpek fotoğraf makinasını çıkartıp doğal güzellikleri çekmeye başladı, ancak çok geçmeden yürüyen bir ağaç fark etti. Bu kadar eski bir patikanın mistik güçleri olup olamayacağını aramızda tartışırken yürüyen ağacın ormanın yarısını sırtında taşıyan yaşlı bir nine olduğunu fark ettik. Evine taşıdığı yakacak odunlarıyla harika bir fotoğraf karesi sunuyordu ancak elbisesinin güzel olmadığını öne sürerek İpek’in onu fotoğraflamasına bir türlü izin vermedi.




Gamze, tescilli "dünya seni seviyorummmm" pozunu verirken


         Turumuzun ilk ayağını hafif yağmur altında kısa bir yürüyüşten sonra tamamlayarak geceyi geçireceğimiz Turunç köyüne vardık. Turunç oldukça gelişmiş bir yer olmasına rağmen henüz turizm sezonu başlamadığı için oldukça sessizdi. Akşam yemeğinden sonra köydeki tek açık barı bulduk ve doğal kas gevşetici niyetine rakılarımızı söyledik. Her seferinde başardığı üzere Benoit bir şekilde lafı en sevdiği konu olan Roma yollarına getirdi (bkz. Isparta yolculuğu). O konuştukça sözleri yavaş yavaş tatlı bir ninniye dönüştü ve çok geçmeden kendimizi derin bir uykuda bulduk.



Turunç köyü

           Sabah olduğunda Steve bizi kahvaltı masasında bekliyordu. Böylece yaşları 25’den 75’e değişen, Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika kıtalarından gelen altı kişilik ekibimizi tamamlamış oluyorduk. Kahvaltı sırasında Gamze otelin kedisi Osman’la arkadaş olmaya çalışıp onu sosisle kandırmak istedi ama kuzu pirzoladan aşağısı kurtarmaz edasıyla burnu havada kedimiz sosisi beğenmeyip Gamze’yi hayal kırıklığına uğrattı.

          O günkü rotamızın üzerinde ilk durağımızı Amos antik kentinde verdik. Yaşa bakmaksızın gruptaki herkesin anlaştığı bir nokta yürüyüşü kendimizi çok yormadan rahat rahat yapmaktı. Yürüdüğümüz her saat için neredeyse aynı uzunlukta bir mola veriyorduk. Çok azimli yürüyüşçüler olmasak da doğanın bütün güzelliklerinin tadını çıkarmakta oldukça iyiydik. Çok davetkar görünen denize karşı yürümemize karşın henüz kıştan yeni çıktığımız ve su henüz ısınmamış olduğu için hiçbirimiz yüzmeye cesaret edemedi. Sonunda kendimize bir başka antik kentin kalıntılarıyla çevrelenmiş, aşağısından bir dere akan, sırtını dağlara yaslayıp önünde denize bakan en ideal kamp yerini bulduk. Kamp ateşini yakmamızla Pau ateşin etrafında herkesin oturması için minik bir amfi tiyatro kurmaya karar verdi. Akşam yemeğinden sonra taze toplanmış kekik çaylarımızı yudumlarken dolunay ışığı altında ve baykuş sesleri eşliğinde hoş bir sohbetle geceyi noktaladık. 



Üç Müneccimler

Amos antik kentinden Kumlubük'e bakış


Gamze'nin meşhur pozunun ucuz bir kopyası


Arıcılık bölgede önemli geçim kaynaklarından

Bambina'dan "o örümcek oradan çıkmadıkça içeri adımımı atmam" bakışı

Tabut çadırımı kurarken



          Bir önceki yürüyüşten dersimi aldığım için (bkz. Melas Vadisi) bu sefer olabildiğince hafif bir çantayla gelmeye karar verip uyumak için Benoit’nın tabuta benzeyen oldukça küçük çadırını ödünç aldım. Klostrofobi sorunum olmadığı için çadırın içinde ancak vücudumun sığabileceği kadar bir boşluk olmasını önemsememe rağmen gece yağan yağmur suyunu içeri geçirmesiyle bir alternatif olmaktan çıktı. Tabut çadırdaki ilk ve son gecem olmasına rağmen en azından öteki dünya için bir ön hazırlık niteliğindeydi. Kamp ateşini tekrar yakıp kahvaltı yaptıktan sonra eşyalarımızı toplayıp yola koyulmak üzereydik ki kamp ateşini söndürecek suyumuzun kalmadığını fark ettik. On parmağında on marifet biri olarak hemen itfaiye hortumumu! çıkarttım ve doğanın bana verdiği güçle (sıvıyla) ateşi söndürmeyi başardım (zorunda kalmadıkça tavsiye etmiyorum, yoğun bir duman ve kesif bir kokuya sebep oluyor).

          Yola çıktıktan kısa bir süre sonra bizimle aynı rotayı yürüyen (daha doğrusu otlayan) bir inek sürüsüne denk geldik. Önce ineklerle yürümek eğlenceli geldi, hatta güzel bir mööölfie çekmek için çok uğraştık, ancak inekler attıkları her iki adım için beş dakika otluyorlardı. Önce onların dilinden konuşup meramımızı anlatmaya çalıştık, o işe yaramayınca bir düzlüğe geldiğimizde onları geçmek için yeltendik, ancak buzağısına zarar vereceğimizi düşünen bir boğa sinirlenip bize doğru saldırmaya kalktı (telefonda buzağı tariflerine baktığımı görmüş olmalı). Tam saldırmak üzereyken pazılarımın dolgunluğunu fark etmiş olacak ki benimle boy ölçüşemeyeceğini anlayıp sakinleşti ve geri çekildi.

         Rotamızda devam ederken herkesin başka bir yöne baktığı üç saniye aralığında Steve bir anda ortadan kaybolmayı başardı. David Copperfield bile kendini bu kadar hızlı yok edemezdi. Önce Steve’in numaralarından biri olduğunu düşündük, keza aynı günün sabahında Pau Steve’in yapmayı çok sevdiği bir başka numarasına maruz kalmıştı (insanların sırt çantalarına çaktırmadan kaya (evet taş değil bildiğiniz kaya) yerleştirmek gibi). Cep telefonundan ona ulaştığımızda çoktan bir minibüse atlamış, varmayı hedeflediğimiz köye doğru yoldaydı. Bayır köyüne vardığımızda yaramaz ve şakacı arkadaşımız Steve’i bulup geceyi geçirmek üzere köylülerden birinin evine yerleştik.


Başarısız bir möölfie denemesi daha, ancak ineğin zarif kalçasını kareye sokabildik

Boğa Benoit'dan daha ilgili fotoğraf çekilmekle

İhtimalle zeytinyağı yapımında kullanılan taş değirmen parçası


Kahvehanede gün batımı

Gurme İpek bal tadımında

          Bayır köyünden ayrıldıktan kısa bir süre sonra bacası tüten bir barakayla karşılaştık. Kafamızı barakadan içeri uzattığımızda bizi köyü çevreleyen tepelerde çiftçilik yapan tatlı bir çift karşıladı. Âdet olduğu üzere bir çaylarını içmeden bizi göndermemekte ısrarcılardı. Bizde zevkle tekliflerini kabul edip taptaze demlenmiş çayı içerken aile ve köy hayatları hakkında anlattıklarını dinledik. Yürüdüğümüz rotalarda doğa her ne kadar güzel olursa olsun, köylülerle bu beklenmedik ve sıcak karşılaşmalar hepsinin ötesinde benim için.

          Taş duvarlardan ve çitlerden atladıktan, papatyalarla kaplı kırlarda yemeğimizi yedikten sonra bir çay molası durağına daha geldik ve bu sefer bizi renkli kişiliğiyle Dursun isimli bir köylü karşıladı. Herkese kıymetlim diye hitap eden şair ruhlu romantik bir kişilikti. Dursun bize kekik çayı ve bisküvi ikram ederken eşi de kızlara topladığı defne yapraklarını, papatyaları ve taze sarımsakları hediye etti. Punk tarzı saçı, nasırlı elleri, şairane konuşmasıyla Dursun (lakabı polis) beklenmedik bir yerde hoş bir sürpriz olarak çıktı karşımıza. 

Kaşifler günün rotasını çizerken

Bayır'da mükellef kahvaltımız. İşi keyfe vurunca çıkışımız biraz geç oldu. 

Halil İbrahim Şengül'le karşılaşma anımız

Halil İbrahim ve eşi Üçgül Şengül. Sıcak, sevecen, naif insanlar.

Daltonlar

Dursun'un (nam-ı diğer Polis'in) şairane tabelası

Dursun ve eşinin ikramı kekik çayı ve çiçekler

"Kıymetlim" Dursun


Kırda yemek molası

Sakalar iş başında

Gamze'nin odun toplamaktan aldığı keyif yüzüne yansımış

Kamp gecelerinin neşe kaynağı psychedelic fotoğraf çalışmaları

           Ertesi gün beyaz ve pembe çiçeklere bürünmüş badem ağaçlarıyla kaplı İsteriç köyünden geçerek Taşlıca’ya vardık (Taşlıca’ya doğru yollar köyün adının hakkını verircesine oldukça taşlı). Artık kullanılmayan okul lojmanına yerleştikten sonra köy kahvesinde akşam yemeğimizi yedik. Bu küçücük köyde bile kaç tane kahvenin birbiri yanı sıra veya karşılıklı sıralandıklarını görmek şaşırtıcıydı. Kahveciler arası rekabeti ve düşmanlıkları düşünmek bile istemem. 





Taşlıca'nın taşlı yolları

Üstü açık arabayla köyde piyasa yaptık

Gamze güneş yanıkları için yoğurt kürü uygularken

Köy kahvesinde akşam yemeğimiz: kovayla yoğurt, cips, tost, yumurta

İyi, Kötü ve Çirkin. Hangisi kim siz karar verin.


              Bu rotanın en güzel yanlarından biri bütün parkurun sahil şeridi boyunca ilerlemesiydi. Kâh bir dağın tepesinde deniz manzarasıyla kâh sahil kenarında suyun hemen yanında hep denizle iç içe yürüyorsunuz. O gün küçük ve tatlı sahil kasabası Cumhuriyet köyünden geçip Kızılyer koyuna varmıştık ve bir karar vermemiz gerekiyordu. Ya o günkü hedefimize ulaşmak için günün geri kalanını yürüyerek geçirecektik, ya da daha önce bu rotayı yürümüş birinin blogunda okuduğumuz üzere bir tekne kiralayıp oraya kısa yoldan varacaktık. Tekne kiralamak biraz mızıkçılık yapmak gibi geliyordu ama azıcık mızıkçılığın da kimseye bir zararı dokunmazdı nihayetinde. Blogda verilen telefon numarasından Menderes Kaptan’a ulaştık ve yolculuk için keyif biralarımızı da alıp kaptanla teknede buluştuk (http://metinkurtiletrekking.blogspot.com.tr/). Yolculuk boyunca verdiğimiz en iyi karardı diyebilirim. Gökyüzünün kapalı ve denizin dalgalı olması yolculuğu daha da zevkli bir hale getirdi ve seyahatimizin en keyifli anlarından birini geçirdik.

          Bozburun’a vardığımızda bir anne ve iki kızı tarafından işletilen Suna Pansiyon’a yerleştik. Ağırlıklı olarak erkek egemen toplumumuzda kendi ayakları üzerinde duran, güçlü ve başarılı kadınları görmek bizi mutlu etti. Bahçelerinden kopardıkları taze yeşillikler, peynir ve ekmekle lezzetli bir hoş geldin yemeğiyle ağırladılar bizi. O günü dinlenme günü ilan ettik ve benim dışımda herkes yolculuk boyunca ilk kez duşlarını aldı (ben âdeti bozmayıp birkaç gün öncesinde bir köylünün evinde buz gibi suyla duş almıştım).

         Rahatlama günü şerefine akşam da kendimize bir ziyafet çekmeye karar verdik. Yemeğimizi yedikten sonra köyde yürüyüşe çıktık ve zor olanı başarıp yolumuzu kaybettik. Biraz dolanıp yolumuzu tekrar bulduğumuzda içeriden müzik sesi gelen bir restoranın önünden geçiyorduk ve otele dönmeden önce son bir tek atmak için durmaya karar verdik (son bir tek Benoit’nın olmazsa olmazlarındandır). Önce eşlik ettiğimiz Türkçe şarkılarla başlayan gece, sonrasında yerini fado şarkılarına, baçata ve salsa danslarına, ve son olarak da Benoit’nın Yunan dansı eşliğinde sahnede kırılan tabaklara bıraktı. Adanalı Cuma’nın Yeri isimli mekanda sanki bir anda Yunanistan’a ışınlanmıştık. Her yolculukta bir an gelir ve sadece o anı yaşamak için bütün yolculuğu yapmaya değer, o gece de o anlardan biriydi.

Kahramanımız Menderes Kaptan bir elinde dümen bir elinde birasıyla

Bu dalgalar bir harika dostum!!


Herkes gibi Benoit da keyifte

Bu bebeklerden biri o akşam midemizdeydi

Suna Pansiyon'un hoşgeldiniz sofrası

Çetin bir deniz yolculuğundan sonra rahatlamayı hak etmiştik

Bozburun'da evlerin önüne araba yerine tekneler park ediliyor

Gecenin ilerleyen vakitleri, bachata zamanı

Adanalı Cumali'nin Yeri'nde Benoit'nın Yunan dansı şerefine sahnede tabaklar kırılmadan az öncesi

          Ertesi gün Bozburun’dan ayrılırken yine yolumuzu kaybettik, bu sefer gündüz vakti, ve kendi rotamızı çizerek sonunda Selimiye köyüne ulaştık. Datça yarımadasında geçtiğimiz diğer sahil köylerine kıyasla Selimiye şık restoranları ve butik otelleriyle daha çok Cote D’azur’a benziyordu. Mekanlar şık görünmesine şıktı ancak Sardunya isimli biri dışında hepsi kapalıydı. Restoran kısmında yemeklerini yemekle meşgul jet sosyetenin arasından geçip sahibini bulduğumuzda pasaklı görüntümüzden olacak, otelin sahibi boş odalarının bulunmadığını söyledi, bariz şekilde yalan söylediği belli olmasına rağmen. Onun yerine köy kahvesinin yanında ev yemekleri yapan restoranda (tavsiye edilir) ve Birgül Teyzenin Evi’nde (kalınır) çok daha sıcak bir karşılamayla ağırlandık.


Bambina İpek'in kahve falında yolculuğun akıbeti hakkında yorumlarda bulunuyor

İpek 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü hamak sefasıyla kutlarken

            Birkaç gündür yoldaydık, yavaş yavaş yorulmaya başlıyorduk, ve önceki gün yaptığımız tekne yolculuğu bizi ufaktan rahata alıştırmıştı, dolayısıyla rehber kitaplarda pek enteresan olmadığı yazan önümüzdeki etabın ilk kısmını atlamaya karar verdik. Bir mercedes minibüs ve şoför tutup bizi etabın yarısında bırakmasını sağladık, sonrasında şelaleler eşliğinde enfes bir doğa manzarasıyla etabı tamamlayıp Turgut köyüne vardık. Her yürüyüşe çıkışımızda niyetlenip bir türlü başaramadığımız yegane şey bir kuzu çevirmeydi (bkz. Melas Vadisi). Ancak bu sefer o bebeği mideye indirmeye kararlıydım. Köye varır varmaz önümüze çıkan herkese satın alabileceğimiz bir kuzuları olup olmadığını sormaya başladım. Karşımıza ilk çıkan aynı zamanda hayvancılık yapan, köyün muhtarıydı. Sürüsünde kuzu ve oğlak olduğunu ancak onları kesmeye kıyamadığını, hatta hiçbir zaman hayvanlarını kesmediğini ve ne zaman kesimlik satacak olsa buna şahit olmamak için çok uzak köylere sattığını söyledi. Hayvanlarına nasıl bir duygusal bağla bağlı olduğunu görmek beni çok şaşırttı ve ne günlere kaldığımız konusunda beni kara kara düşünmeye sevk etti. Yoğun çabalarım sonunda kuzusunu satmaya razı olan birini bulmayı başardım ancak zafer sevincim uzun sürmedi, zira kesilen kuzuyu hemen yememiz mümkün değildi, etin en azından bir gece dinlenmesi gerekiyordu ve maalesef bizim o kadar vaktimiz yoktu. Bir kez daha o leziz kuzu etine dişlerimi geçirip insanlığın avcı-toplayıcı günlerinden miras vahşi içgüdümü tatmin etme fırsatını kaçırmıştım.




72'ye gerek yok, bu iki huriyle cennette gibiyim


Geleneği bozmuyor, şelalenin soğuk sularına atıyorum kendimi

Jane Tarzan'ını ararken

Ya tutarsa!!

Vietkonglara taş çıkartırcasına geçiyoruz nehirleri

Turgut köy civarı anıt mezar

Turgut Köy'ün tepeden görünüşü

             Son günümüzde üç gruba ayrıldık, Steve otelde kalıp meditasyon ve jimnastik yaptı, Pau ve Benoit köy çevresinde yürüyüşe çıktı (ve dediklerine göre bütün yürüyüşün en güzel manzaralarını gördüler. Yemezler!) ve kızlarla ben de sahilde yürüyüşe çıktık. Sahilde elinde balık ağıyla suyun içinde ağır adımlarla ilerleyip ağını fırlatmak için uygun zamanı bekleyen bir balıkçıyı izlemeye koyulduk ancak sabrımız ağın fırlatılışını görmeye yetmedi. Yolculuğa başladığımızdan beri en azından bir kere olsun denize girmeyi konuşup durmuştuk ancak henüz gerçekleştirememiştik. Sonunda bunu gerçekleştirmeye karar verip suya girmeyi denediysem de gökyüzündeki bulutlar cesaretimi kırarken esen rüzgar cesaretimin son kırıntılarını da alıp götürdü ve girmekten vazgeçtim.

           Havalimanına gitmek üzere Marmaris’e döndüğümüzde son bir akşam yemeği için hâlâ vaktimiz vardı. Bu harika yolculuğu ve yeni arkadaşlıkları kutlamak adına görkemli bir yemek olsun istedik. Marmaris marinada Neighbours isimli bir restoranda tabii ki rakı eşliğinde nefis mezeler ve deniz mahsulleriyle bir ziyafet çektik (supya mutlaka denenmeli). Muhabbete doyamayınca havalimanı servisini yakalamak için keyfimizi yarıda kesmek yerine planı değiştirip yine şoförlü bir araç kiralayarak daha geç ayrılıp havalimanına daha hızlı varmaya karar verdik. Yola çıktığımızda hepimiz biraz içkiden ama çokça da keyiften çakırkeyiftik.  Havalimanına kadar bir buçuk saatlik yol boyunca avazımız çıktığınca söylediğimiz şarkılar ve kahkahalar eşliğinde seyahat ettik. Kısa bir uçuştan sonra uçağımız İstanbul’a indiğinde hepimiz ayrı kıtalara, kendi yollarımıza dağıldık. 

Yolda gördüğümüz bütün meyve ağaçlarına hunharca saldırıyorduk. Bu sefer saldırmaya gerek kalmadan tatlı teyzemiz doldurdu çıkınımızı.

Şunlardan birini mideye indirmek için çok uğraştım ama nafile.

Güzellik

Suya girmek ya da girmemek, işte bütün mesele bu!

Ve son akşam yemeği, yolculuğun güzelliğine yaraşır bir bitirişti.