|
Yemeye doyamayacağınız tepsi kebabı |
|
Pöç kasabında kebabımız hazırlanırken |
|
Künefelik kadayıf yapımı |
|
Harbiye'de savaş karşıtı bir işletme sahibinin haklı isyanı |
|
Harbiye, Antakya |
|
Arap Ortodoks cenaze evi / Cenazeye katılanlara Türk kahvesi ikram etmek âdettenmiş |
|
Cenaze evinin bakıcıs Catherine'le |
|
Hüseyinlerin evinde boğma rakı ve kuş etli ziyafetimiz |
|
Hüseyin'in babası |
|
Hüseyin'in annesi |
|
Savulun kafirler Hz. Hüseyin geliyor!!! |
|
Zeytinlik |
|
Sıcak ve çıtır halka tatlısı |
|
|
Yeni güne Uzun Çarşı’da başlıyoruz. Geleneksel bir pazar
yeri olan Uzun Çarşı’nın sokakları, renkleri, kokuları bize acıkmak için harika
bir bahane oluyor. Bu seferki durağımız Pöç Kasabı. Antakya’da evinize et
alışverişi yaptığınız kasapların çoğu aynı zamanda bir köşede duran birkaç
masalarıyla restoran işlevi görüyor. Tezgahtan kiloyla seçtiğiniz eti ya
ızgaraya atıyorlar ya da yakındaki fırına gönderip sizin için pişirtiyorlar ve
size bu en leziz kebapları askıda sallanan etler eşliğinde yemek kalıyor.
Kasaplara özgü bir diğer ilgi çekici noktayı güzel insan Hüseyin arkadaşımızdan
öğreniyoruz. Arap Alevi inancında dişi hayvanların eti yenmezmiş. Antakya’da da
Alevi nüfusun çokluğundan dolayı kasap dolaplarında asılı hayvanların hepsinde
taşakları görünür şekilde hayvanın üzerinde bırakılırmış. Kasapta yediğimiz
dehşet lezzetli tepsi kebabını yine çarşıda bol miktarda bulunan künefecilerden
birinde Antakya’nın en meşhur tatlısıyla taçlandırıyoruz. Yalnız burada bir
itirafta bulunmam gerekiyor. İstanbul’da doğup büyümüş ve hayatı İstanbul’un
çakma künefeleriyle geçmiş biri olarak Hatay künefelerini İstanbul’dakiler
kadar sevemedim. Günün kalanını Antakya’nın sayfiye yeri olarak görülen Harbiye
şelalelerinde geçiyoruz. İpek ürün mağazaları, ufak doğa yürüyüşü derken akşam
karanlığıyla eve dönüyoruz. Gün içinde hunharca yediğimiz kebap ve tatlılardan
dolayı akşam yemeğini es geçip Can’la bakkaldan şarap almaya çıkarken kızlar da
gelmeye karar veriyorlar. Şarapları almış dönerken Can sormaması gereken soruyu
sorup acıkıp acıkmadığımızı öğrenmek istiyor. Cevap her zamanki gibi “hayır ama
şöyle çerez niyetine çıt çıt atıştırmalık bir şeyler yiyebiliriz”. Tabii ki
Antakya’da kebaplar, içli köfteler, künefeler çerez niyetine yendiği için her
atıştırmalık büyük bir ziyafete dönüşüyor. Bu sefer başka bir kasaba gidiyoruz
ve Bambina’nın geldiğimizden beri yemek istediği sac oruğunu sipariş veriyoruz.
Sac oruğu içli köftenin yassı ve geniş şekilde
yapılıp sac üzerinde pişirileni. Mezeler eşliğinde orukları götürdükten
sonra şarapları Samandağ sahilinde deniz kıyısında içmeye karar verip yola
koyuluyoruz. Samandağ’da ismini bilmediğim bir ermişin türbesinin çevresinde
Can arabayla turlamaya başlayınca bir başka enteresan Antakya âdeti öğreniyoruz. Ermişlerin türbelerine
gelen insanlar dualarını edip dileklerini dilerken türbelerin çevresinde üç kez
yürürlermiş. Ancak zamanın koşullarına ayak uyduran yurdum insanı bu ritüeli
yürümek yerine arabayla üç kez çevresini turlayarak gerçekleştiriyormuş!
Yeni günde bu sefer Samandağ’da
Hüseyin’in köyüne dağ rotasını izleyerek gittik. Türkmenlerden oluşan Hıdırbey
köyünde mola verip Sevgi’nin ellerinden kısır ve şarabımızla piknik yaptık,
Türkiye’nin kalan tek Ermeni köyü Vakıflı’da köylülerin ev yapımı likörlerinden
aldık. Yine bir başka köyde köyün cenaze evi bakıcısı Arap Ortodoks
Catherine’in evine misafir olduk ve ev yapımı şaraplarından tattık, tabii
birkaç şişe de yanımıza almayı ihmal etmedik. Hüseyin’in ailesinin evinde bu
sefer annesinin donattığı masaya buyur edildik. Masada belki tek eksik kuş
sütüydü ama kuşun kendisi mevcuttu. Hüseyin’in yeğenlerinin avladıkları minik
kuşlar pişirilip onurumuza getirilmişti. Diğerleri nedense uzak durdularsa da
ben üç bıldırcın benzeri kuşu mideye indirdim. Sofranın bir başka güzelliği de
yemeklere yine ev yapımı boğma rakının eşlik etmesiydi. Samandağ yöresinde
yaygın olan ev yapımı rakı üzüm veya incirden yapılıyor ve anasonlu veya
anasonsuz bulunuyor. Yemyeşil dağlarla
çevrili köyde temiz bir uyku çektikten sonra ertesi günü yürüyüş yaparak, ünlü
stilit Simeon’a adanmış manastırı gezerek, onların manastırı olur da bizim
türbemiz olmaz mı diyerek bir ermişin türbesini üç kez tavaf ederek ve bağ
bahçe gezerek geçiriyoruz. Akşam Canlara döndüğümüzde bu sefer bizi Antakya
usulü soslu balık bekliyor. Normalde balığı en yalın haliyle sevmeme rağmen
hafif baharatlı salçalı bir sosla hazırlanan levreği ayıla bayıla yedik.
Yemekten sonra Can’ın yakın döneme kadar Lazkiye’de yaşayıp çalışan abisi
Ahmet’in evine davetliydik. Suriye’de terör olayları başlayınca Suriyeli eşiyle
beraber Antakya’ya taşınmışlar. Sadece çaya gitmemize rağmen, sıcak gülüşlü eşi
Abir sofrayı donatmıştı, eh bize de hoş sohbetin yanında çerez niyetine çıt çıt
atıştırmak kaldı…
Antakya’da son günümüzü sokaklarını
arşınlayarak, peynir, baharat vesaire alışverişi yaparak ve dostlarla son bir
kadeh paylaşarak geçirdik. Tabii ki Gamze için bir şişe ilaç aldık (Antakya’da
Cointreau bulmak zor olduğu için yerli muadili Nazen marka portakal likörüyle
idare ettik) ve havayolu yolunda ilacımızı içerek dönüşe koyulduk…