|
Zeytin Dağı'ndaki Yahudi mezarlığı |
|
Aziz Benoit meşhur Zeus pozuyla |
|
Nijerya'dan kutsal toprakları ziyarete gelen bir kafile |
|
Kutsal Kabir Kilisesi'nin içinden bir görünüm |
|
İsa'nın çarmıhtan indirildiği yer olduğuna inanılan taşta dua eden Hristiyanlar |
|
Senem ermek üzereyken |
|
Okul çıkışı ilk durak şekerci |
|
Çeşit çeşit renk ve desenleriyle kipalar |
|
Başlarından çıkarmadıkları şapkalarını yağmurdan poşetle koruyan ultra muhazakar Yahudiler |
|
Hasidiklere özgü lüle saç modeliyle bir çocuk |
|
Arap da olsan Yahudi de Coca Cola seninle |
|
Çatıların üzerinde oyun oynayan çocuklar |
|
Gülen surat desenli kipayla poz verirken |
|
Tur boyunca elimden düşmeyen rehber kitabıyla |
|
Via Dolorosa'yı takip etmek için toplanan Hristiyan cemaat |
|
Via Dolorosa'nın duraklarından birinde dua eden iki rahibe |
|
8 no'lu Via Dolorosa durağı |
Sabah
ilk iş Zeytin Dağı’na doğru yola koyuluyoruz. Eski Kudüs’e tepeden bakan bir konumda
bulunan bu dağ en eski Yahudi mezarlığına ev sahipliği yapması ve İsa’nın göğe
yükseldiğine inanılan yer olması dolayısıyla kutsal değere sahip. Kıyamet
gününde ölülerin dirilip toplanacakları yerin (mahşer) burası olduğuna
inanılması nedeniyle şimdiden sahne önü kapmak isteyenler buradaki mezarlara
50bin dolara kadar çıkan fiyatlar ödemekteler. Kudüs’ü keşmekeşinden uzak,
sakin bir havada izleyerek tepeden aşağıya yürüyor, kendimizi tekrar eski
şehrin yüksek tansiyonlu sokaklarına atıyoruz. Eski Kudüs Müslüman, Hristiyan
ve Yahudi mahallesi olarak ayrılmış durumda. Müslüman bölgesi Araplara özgü düzensizliğin
düzeni havasında, Hristiyan bölgesi para kazanmak ibadettir mantığıyla Hristiyan
hacılara yönelik hediyelik eşya dükkanlarıyla dolu, Yahudi bölgesiyse 1948
Arap-İsrail savaşında gördüğü ağır hasardan sonra yeniden yapılan düzenli
sokakları, yapıları ve sakince akıp giden gündelik hayatıyla bölgenin geri
kalanıyla tam bir tezatlık içerisinde. Ülkenin geri kalanı da olmak üzere
özellikle Kudüs’te her yer bebek ve çocuk kaynıyor. Yahudilerde ortalama çocuk
sayısı 3, bu rakam Kudüs’te 4-5’e çıkıyor ve özellikle Kudüs’te yoğunlukta
bulunan aşırı muhafazakar Hasidik Yahudilerde bu rakam ortalama 9-10 çocuğa
çıkıyor. Etrafta bıcır bıcır dolaşan çocukların güzelliği dünyaya getirilmelerindeki
siyasi amaçlarla gölgeleniyor. Her Cuma İsa’nın mahkum edilip çarmıha gerildiği
yere kadar izlediği güzergahta düzenlenen Via Dolorosa yürüyüşüne katılmak
üzere başlangıç noktasına gidiyoruz ancak o günün sabahında Müslümanlarla
İsrail askerleri arasında çıkan bir sürtüşmeden dolayı arttırılan güvenlik
önlemleri yüzünden iptal edildiğini öğreniyoruz. İsa’nın düşe kalka gittiği yolu rehber
kitabımızdan hızlıca takip ettikten sonra Şabat’ın gelişini dualarla kutlayan Yahudileri
izlemek üzere bir kez daha ağlama duvarının yolunu tutuyoruz. Kadınlar ve
erkekler birbirinden ayrı bölümlerde toplanıp dua ettikleri için Benoit,
Giovanni ve ben kipalarımızı (Yahudi takkesi) takıp erkeklerin arasına
karışıyoruz. Her gün bir yenisini keşfettiğim Yahudilik ve Müslümanlık
arasındaki benzerliklere abdest de ekleniyor. Ağlama duvarının girişinde
bulunan ufak bir çeşmede Yahudiler kutsal saydıkları duvara yaklaşmadan önce
ellerini yıkayıp abdestlerini alıyorlar. 7’den 70’e Tevrat’ı hatmeden
erkeklerin arasında bir süre gezindikten sonra Türkiye’ye bizden erken dönecek
olan Senem ve Giovanni’yle son bir bira içmek üzere şehir merkezine doğru
yürüyüşe geçiyoruz. Bir acemi rehber hatası yapıyorum ve Şabat’ın gelişiyle her
yerin kapanmış olacağını hesaplayamıyorum. Daha birkaç saat öncesinde cıvıl
cıvıl olan sokaklar bomboş ve bütün dükkanlar kapalı. Maalesef “kuru” bir elvedayla
ayrılmak zorunda kalıyoruz. Onlar Türkiye’ye uçmak üzere Tel Aviv’e geçerken
biz Filistin’e gitmek üzere Arap minibüslerinden birine atlıyoruz. Bizi
Beytüllahim’e götürecek minibüse biner binmez radyoda çalan Arap müziği
dikkatimizi çekiyor ve İsrail’e geldiğimizden beri ne kadar az müzik
duyduğumuzun farkına varıyoruz. Beytüllahim’e vardığımızda hava karanlık, biz
yorgunuz. Minibüsten iner inmez yanaşan ilk taksiciyle anlaşıp otele gidiyoruz.
Nüfusunun yarısı Müslüman yarısı Hristiyan olan şehirde Noel etkinlikleri ve
hareketliliğiyle karşılaşıyoruz. Noel şarkıları söyleyen çocuk korosunu
dinledikten ve bir Ermeni kilisesinin avlusunda İskoç tulumları çalarak prova
yapan Süryanileri izledikten sonra en hareketli görünen bir restoranı gözümüze
kestirip içeri dalıyoruz. Menüyü istediğimizde garson bize humus ve
falafellerinin çok özel olduğunu, onları yememizi söylüyor. Sabah akşam humus
yemenin verdiği doygunlukla başka yemekleri soruyoruz ama o kadar bir yarım
ağızla söylüyor ki diğer yemeklerin gerçekten yenemeyecek kadar kötü olduğuna
ikna olup humus ve falafelimizi sipariş veriyoruz. Falafel gerçekten o ana
kadar yediklerimiz içerisinde en güzeli çıkıyor, ayrıca ilk defa tadına
baktığımız Filistin birası Taybeh geceyi hepten kurtarıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder