|
Plajları ve gökdelenleriyle Tel Aviv |
|
Bauhaus mimarisine bir örnek |
|
Bilmediğimiz bir nedenle fezle dolaşan gruba biz de katıldık |
Ertesi
sabah Haram-üş Şerif’in kafirlere açılmasını fırsat bilen Benoit içinden gelen
ilahi çağrıya kulak verip erkenden otelden çıkıyor. Ben biraz daha uykunun daha
kutsal bir ibadet olacağına karar verip otelde kalıyorum. Öğleye doğru
bindiğimiz minibüsle başlangıç ve bitiş noktamız olan Tel Aviv’e gidiyoruz. Kış
günlerinin kısalığından dolayı turistik yerleri ertesi güne bırakıp günün kalan
vaktinde şehir merkezinin kuzeyinde bulunan kalburüstü mahalleleri geziyoruz.
Sokaklarda ağaçların bolca bulunduğu, büyük yeşil park alanlarına sahip, 1920
ve 30’ların Bauhaus mimari akımının çok güzel örneklerine sahip bu bölgede
uzunca bir yürüyüşten sonra otobüse binip şehrin güneyindeki eski Yafa
bölgesine gidiyoruz. 19.yy sonu 20.yy başlarında Yahudi göçmenler tarafından
sıfırdan kurulan Tel Aviv şehrinden önce bölgenin en önemli ve eski kenti olan
Yafa, bugün modern Tel Aviv’in tarihi dokusunu koruyan bir semti durumunda.
Sanat galerileriyle süslü dar sokaklarında gezindikten sonra günün yorgunluğunu
atmak üzere iki farklı kişi tarafından tavsiye edilen, oldukça popüler The Old
Man and The Sea restoranına gidiyoruz. Belli ki fazla popülerliğin kurbanı
olmuş bir restoran. Masanıza gelen 20 çeşit mezeden hiçbiri zihinde bir
kıvılcım çakmıyor, gelen balık bayat ve hepsinden kötüsü gayet laubali ve özensiz
bir servis sunuluyor. Fabrikasyona döktükleri servis anlayışları yaptıkları
isimden olabildiğince çok para yapma derdinde bir görüntü çiziyor. İsrail’deki
ender kötü restoran tecrübelerimizden biriydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder