|
İlk günkü kamp alanımız |
|
Hava soğuk ama moraller yüksek |
|
Sakaltutan geçidi |
|
Süleymaniye köyü eski okul lojmanında akşam yemeği hazırlıkları |
|
Yağmurlu bir gün olduğunu söylemiş miydim? |
Fikir tabii ki dağların adamı
Benoit’dan çıkmıştı. Kısa bir zaman önce işaretlenip tanıtımı yapılan, ancak
henüz pek kimsenin keşfetmediği, bazısına göre eskiden kervan yolu olarak
kullanılan (bkz. Emrah Özkök), diğerlerine göre Roma döneminden kalma Via
Sebaste’nin bir uzantısı olan (bkz. Mehmet Gültekin) Melas Vadisi rotasını
izleyerek Seydişehir’den Manavgat’a varmaktı amacımız. Ekibimiz A Takımı’na taş
çıkartacak cinstendi: doğal liderimiz Benoit, GPS’i ve teknolojik donanımıyla
koordinat sorumlusu Ali, tedarik ve karavana müdiremiz Asena, mantar uzmanı
Gamze, ve doğuştan çaycı bendeniz Uğur. Ali ve Asena yaşadıkları yatın bağlı
olduğu Gökova’dan, Gamze otobüsle İstanbul’dan, Benoit ve ben keyifli bir Elif Çağlar
konseri arkası az bir uykuyla uçtuğumuz İstanbul’dan Konya’ya ulaşarak otobüs
terminalinde buluştuk. Seydişehir’e üç saatlik bir otobüs yolculuğunun ardından
rotanın başlangıç noktasına vardık. İlk gün fazla yorulmadan konaklamayı
düşünürken henüz yolun başında dik bir yamacı tırmanırken bulduk kendimizi. İki
saatlik bir yürüyüşün ardından bulduğumuz ilk geniş düzlüğe inerek kurduk
kampımızı. Biz çadırları kurmayı henüz bitirmiştik ki bereket (köylülerin
ağzıyla yağmur) yağmaya başladı bile. Büyükçe bir ağacın altına sığınıp
ateşimizi yaktık ve henüz yolculuğun başında olduğumuz için getirdiğimiz envai
çeşit yemekten seçtiğimiz kuru fasulye ve tavuklu mantarla doyurduk karnımızı.
Biraz ateş başı sohbetinden sonra çekildik çadırlarımıza ve bütün gece aralıksız
yağan yağmurun çadıra vurdukça çıkardığı serbest cazvari tınılar eşliğinde
temiz bir uyku çektik.
Ertesi sabah uyandığımızda yağmur
altında çadır en hızlı nasıl toplanır uygulamalı eğitimini başarıyla
tamamladıktan sonra kahvaltımızı yapıp koyulduk yola. Bütün rotanın en zorlu
etaplarından biri bekliyordu bizi. Hem uzun hem bol tırmanışlı bir parkurdu
karşımızdaki ve sadece geçtiğimiz yerlerin isimlerini sıralamak bile yeterliydi
bir kahramanlık destanı yazmaya: sakaltutan (veya çeken miydi?) geçidi, giden
dönmez (ya da gelmez?) dağları, dokuz dolambaç ve kuş uçmaz çukuru (sonuncuyu
ben salladım). Kâh sisler içinde kâh elimizde nescafe, bazen bir su başında
bazen kahkahalarla geçirdiğimiz uzun yürüyüş bir türlü bitmek bilmeyince
yolumuza her çıkana ne kadar yol kaldığını sormaya başladık. İlk
karşılaştığımız köylü 15-20 dakikalık- 2-3 kilometrelik bir yolumuz kaldığını
söyleyince biraz rahatladık ve şen çocuklar gibi yürümeye devam ettik. Bir
buçuk saat sonra hala varmadığımızda bu sefer bir diğer köylüden aldığımız
cevap bizi derin şüphelere terk etti: 15-20 dakikalık, 2-3 kilometrelik bir
yolumuz vardı! Gezinin geri kalan günlerinde tekrar tekrar teyit edeceğimiz
üzere, yurdum köylüsü mesafe ve zaman mefhumundan mahrumdu ve cevap her zaman
sabitti: 15-20 dakika, 2-3 kilometre. Hedeflediğimiz köye ulaşamayacağımızı
anlayınca rotadan hafif saparak en yakındaki köye doğru yönelmeye karar verip
asfalt yoldan ilerlemeye başlamıştık ki….görevini layıkıyla yerine getirmek
isteyen, tosun mu tosun, sesleri gür mü gür üç adet çoban köpeği pek arkadaş
canlısı olmayan havlamalarıyla bize doğru yaklaşmaya başladı. Comandante
Benoit’nın “taş al” komutuyla ellerimizde taşlar küçük adımlarla ilerlemeye
devam ederken turan taktiğini uygulayan düşman çevremizi sarmaya başlamıştı
bile. Tabii benim kafam attı ve derslerini vermek üzere köpeklerin üzerine
atlıyordum ki arkadaşlar “köpekle köpek olunmaz” dediler ve beni tuttular. Benim
ne kadar dişli olduğumu gören köpekler, belki biraz da sahipleri olan kadının
gelip onları çağırmasıyla, tuzlu tenimizin tadına bakmadan bıraktılar peşimizi.
Çoban teyzeye köyün uzaklığını sorduğumuzda aldığımız cevabı yazmama gerek
olduğunu düşünmüyorum. Sonunda vardığımız Süleymaniye köyünde ilk iş kahveye
attık kendimizi. İki üç yaşlı amcanın oturduğu köy kahvesinde sert mizaçlı
kahveciden kahve yok cevabı alan Asena da dâhil hepimiz çaylarımızı yudumlarken
haber uçurulan köy muhtarını beklemeye koyulduk. Muhtar Bey geldiğinde hoş
beşten sonra geceyi köyde geçireceğimizi, müsait bir yer olup olmadığını
sorduğumuzda derbeder görünüşümüzden olacak, muhtar efendi bizi (sonradan var
olduğunu öğrendiğimiz) konuk evi yerine artık kullanılmayan eski ilkokula
götürmeye karar verdi. En azından bütün ihtiyaçlarımızı karşılayacak donanıma
sahip terkedilmiş okul lojmanında yemeğimizi yiyip sobada gün içinde ıslanan
ayakkabı ve kıyafetleri kuruttuktan sonra ikinci gecemizi noktaladık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder