19 Ocak 2014 Pazar

İSRAİL & FİLİSTİN _______ Tezatlıklar Diyarı Tel Aviv

Shimshon'un dükkanına yakışır bir mesaj "Kendini sev, insanları sev"

Shimshon mutfağının başında

Şehrin her yerini süsleyen yaratıcı ve özenle yapılmış grafitiler

Dr. Shakshuka'da şakşuka yapım aşaması

Osmanlı dönemi çeşmesi

Esnaf lokantası


Son akşam yemeğimiz Gürcü mutfağı sunan Nanushka isimli restoran-bardaydı

Sabah kahvaltı bulmak üzere otelden ayrılıyoruz ve restoran seçmekteki ilk kriterimiz olan “sempatik” kategorisinde bir mekan arayışına başlıyoruz. Otelimizin yakınındaki, Yemenli Yahudiler tarafından kurulan ve modern Tel Aviv’in en eski yerleşim yeri olmakla beraber bugün düşük ve orta gelirlilerin oturduğu biraz bakımsız bir bölge olan Yemen mahallesinde gezinirken bizim sempatik tanımımıza uyan ufak bir restoran Milky Way’e (Samanyolu) çıkıyor yolumuz. Bizdeki esnaf lokantasının bir muadili olan bu yerde bütün yemekleri gündelik olarak restoranın sahibi Shimshon hazırlıyor. Balık köftesi dışındaki bütün yemeklerin vejetaryen olmasını Shimshon yüzündeki büyük gülümsemeyle duvardaki inek fotoğrafını gösterip onları çok sevdiğini söyleyerek açıklıyor. Kendisi gibi 60 yaşlarında görünen arkadaşı da kendini fazla yormadan ufak tefek yardımda bulunuyor. Ancak belli ki orada çalışmak için değil, ellerinden düşmeyen esrarlarını içip güzel bir vakit geçirmek için bulunuyor. Shimshon’un Hindistan, Küba ve dünyanın birçok yerine yaptığı seyahatlerde çektiği fotoğrafların duvarları süslediği, her gelen müşterinin aileden biri gibi mutfağa girip kendi yemeğini aldığı ve mutlaka hepsinin cigaralarını tüttürdüğü bu mekan çiçek çocuklar kuşağının günümüze kalan son şubesi gibi. Shimshon’la zor da olsa vedalaşıp şehri keşfe çıkıyoruz. İlk durağımız açık havada kurulan Karmel Pazarı ve bunun bir uzantısı olarak haftada iki gün kurulan zanaatkarlar çarşısı oluyor. Birbirinden zarif mücevherlerin ve ilginç tasarımlarıyla başka bir çok nesnenin sergilenip satıldığı pazarda İsraillilerin yaratıcı ve sanatkar yönlerine hayran kalıyoruz. Buradan restore edilmiş eski evleri, şık kafe ve dükkanlarıyla Neve Zedek mahallesini gezip eski Yafa’yı bir de gündüz gözüyle görmek üzere tekrar bu bölgeye gidiyoruz. İlk durağımız Dr. Shakshuka (şakşuka) oluyor. Bizdeki menemene İsrail’de şakşuka deniyor ve bu restoran isminden de anlaşılacağı üzere bu yemeğiyle ünlü ancak biz bize biraz daha enteresan gelen sebzeli kuskusla kabak, fasulye ve etli başka bir yemek daha sipariş veriyoruz. Gelen yemeklerin hepsinden memnun kalarak ayrılıyoruz mekandan. Butik mobilya, giyim ve sanat galerisi dolu sokakları gezdikten sonra ilginç çizimlere sahip bir dükkana giriyoruz. Çizimlerin ve eserlerin sahibi 7 sene önce Fransa’dan Tel Aviv’e taşınan, birçok kez Türkiye’ye de gelmiş ve Türkiye’ye son ziyaretinden bizim İsrail’e geldiğimiz aynı uçakta dönen bir Fransız’la tanışıyoruz. Kartvizitinin bir yüzünü kaplayan Tarık Akan resmi bizi şaşırtmakla birlikte güldürüyor. Otele dönmek üzere ayrıldığımızda ani ve güçlü bir yağmura yakalanıyoruz. Üzeri sık sarmaşıklarla kaplı bir banka oturup yağmurun biraz dinmesini beklerken bir yandan da önü geniş kumsallarla kaplı, geceyi aydınlatan ışıl ışıl binalarıyla Tel Aviv manzarasının tadını çıkarıyoruz. Akdeniz’in kıyısında kurulmasıyla bir tatil beldesi hissi veren şehir aynı zamanda modern binaları, birbirinden farklı tarzda mahalleleri, seküler ve kozmopolit insanlarıyla keyifle yaşanacak bir yer olarak çıkıyor karşımıza. Kudüs’te yaşayan nüfusun dindarlığına karşın Tel Avivliler bir o kadar modern. Dünyanın dört bir yanından Yahudi’nin İsrail’e göç edip yerleşmesiyle her türlü fiziksel özelliğe ve dış görünüme sahip insan görmek mümkün. Bu çeşitlilik sayesinde biz de birçok kez İsrailli zannedilip İbranice sorularla karşılaştık. Ayrıca Tel Aviv’de Türkiye’den göç eden Yahudi nüfusun çokluğundan dolayı neredeyse her gün ya birkaç kelime ya da akıcı şekilde Türkçe konuşan İsraillilerle tanışmak da bizim için ilginç bir sürpriz oldu.
Son gün havalimanına gitmeden önce değerlendirebileceğimiz birkaç saatimiz vardı. Önceki akşam bu süreyi Diaspora Müzesi’ni görerek değerlendirmeye karar versek de sabah otelden çıktığımızda Benoit’yla benim kalbimizden tekrar Shimshon’a gidip son saatlerimizi onun hoş sohbeti ve ortamın keyifli atmosferi içerisinde geçirmek yatıyordu. Halimizden anlayan Aysun’un da bizi kırmayarak kabul etmesiyle bir kez daha Samanyolu galaksisine ışınlandık. Uzun bir kahvaltı, sayısız ikram ve politika, müzik, seyahat içeren bir sohbetten sonra Shimshon’la son kez vedalaşıp ayrıldık. Havalimanına gitmeden önce son alışverişlerimiz İsrail’de yaygınca tüketilen kakuleli kahve, Shimshon’un tavsiye ettiği bazı müzik CD’leri ve içtiğimiz her şişesi bizi çokça memnun bırakan İsrail şarapları oldu. Tattığımız şarapların çoğu Kavaklıdere, Doluca gibi yüksek hacimli üretim yapan firmaların piyasa şarapları olmasına rağmen aynı fiyata Türkiye’de içebileceğiniz şaraplardan tat ve kalite olarak kat kat üstündüler. Daha kaliteli, butik üretim yapan firmaların şaraplarını tatma düşüncesi bile heyecanlandırıyor insanı. Bu blogu okuyan milyonlara sesleniyorum: bu güzelim şarapları Türkiye’ye ithal edin, hem hayır duası kazanın hem para!!

İsrail ve Filistin gezisi jeolojik veya mimari güzelliklerinden ziyade kültürel çeşitliliği, çatışma ortamı ve barındırdığı tezatlıklarla öğretici ve aydınlatıcı bir seyahat oldu. Gerek bölgede yaşananlara birebir şahit olup daha sağlıklı bir fikir edinmek, gerekse bu tanıklıkların doğurduğu sorgulamalarla kendi düşünce yapıma bir ayna tutmak açısından verimliydi. İsrail halkı yardımsever ve sıcakkanlıyken devletin bu kadar gaddar ve faşizan olabilmesine, yanı başlarında bir trajedi yaşanırken insanların pür neşe içerisinde hayatlarına devam edebilmelerine, daha sayılı yıllar önce büyük acı ve zulme maruz kalmış insanların benzer acıları başka insanlara yaşatabilmelerine şaşırıyorsunuz. Sonra birden bunların hepsi fazlasıyla tanıdık geliyor ve susuyor ve düşünüyorsunuz…

İSRAİL & FİLİSTİN _______ Tezatlıklar Diyarı Tel Aviv

Plajları ve gökdelenleriyle Tel Aviv

Bauhaus mimarisine bir örnek




Bilmediğimiz bir nedenle fezle dolaşan gruba biz de katıldık

Ertesi sabah Haram-üş Şerif’in kafirlere açılmasını fırsat bilen Benoit içinden gelen ilahi çağrıya kulak verip erkenden otelden çıkıyor. Ben biraz daha uykunun daha kutsal bir ibadet olacağına karar verip otelde kalıyorum. Öğleye doğru bindiğimiz minibüsle başlangıç ve bitiş noktamız olan Tel Aviv’e gidiyoruz. Kış günlerinin kısalığından dolayı turistik yerleri ertesi güne bırakıp günün kalan vaktinde şehir merkezinin kuzeyinde bulunan kalburüstü mahalleleri geziyoruz. Sokaklarda ağaçların bolca bulunduğu, büyük yeşil park alanlarına sahip, 1920 ve 30’ların Bauhaus mimari akımının çok güzel örneklerine sahip bu bölgede uzunca bir yürüyüşten sonra otobüse binip şehrin güneyindeki eski Yafa bölgesine gidiyoruz. 19.yy sonu 20.yy başlarında Yahudi göçmenler tarafından sıfırdan kurulan Tel Aviv şehrinden önce bölgenin en önemli ve eski kenti olan Yafa, bugün modern Tel Aviv’in tarihi dokusunu koruyan bir semti durumunda. Sanat galerileriyle süslü dar sokaklarında gezindikten sonra günün yorgunluğunu atmak üzere iki farklı kişi tarafından tavsiye edilen, oldukça popüler The Old Man and The Sea restoranına gidiyoruz. Belli ki fazla popülerliğin kurbanı olmuş bir restoran. Masanıza gelen 20 çeşit mezeden hiçbiri zihinde bir kıvılcım çakmıyor, gelen balık bayat ve hepsinden kötüsü gayet laubali ve özensiz bir servis sunuluyor. Fabrikasyona döktükleri servis anlayışları yaptıkları isimden olabildiğince çok para yapma derdinde bir görüntü çiziyor. İsrail’deki ender kötü restoran tecrübelerimizden biriydi. 

İSRAİL & FİLİSTİN _______ Tezatlıklar Diyarı Masada / Ölü Deniz

Masada'dan çöl ve Ölü Deniz manzarası

Kral Herod'un dağın tepesinde kurduğu Masada kale şehri

Güvercin yuvaları

Devasa bir sarnıç

Otobüs beklerken

Seyahatin başında yaptığımız planların tutmayacağı belli olmuştu. İsrail’de görecek yerlerin çokluğuyla gün sayımız ters orantılıydı ve ülkenin kuzeyiyle güneyini bir başka bahara bırakmamız gerekiyordu ama en azından Masada ve Ölü Deniz’i görmemiz gerektiğine karar verip bir günümüzü buralara ayırdık. Bir buçuk saatlik otobüs yolculuğu boyunca yer yer gördüğümüz palmiye bahçeleri dışında hiçbir bitkinin yetişmediği, sarının tonlarına bürünmüş çölden geçerek Masada’ya ulaştık. Bir dağın tepesine Kral Herod tarafından kurulan kale şehir Yahudi tarihinde de Roma-Yahudi savaşında burada yaşayan 1000’e yakın Yahudi’nin teslim olmaktansa intihar etmeyi seçmeleriyle önemli bir yer tutuyor. Arkeolojik buluntularından ziyade Ölü Deniz ve çöl manzarasına sahip yüksek konumuyla etkileyici bir yerdi. Havanın bulutlu ve serin olmasına rağmen Ölü Deniz’e girmeden dönmenin hata olacağına karar vererek Ein Gedi plajına gittik. Dünyanın karadaki en alçak noktası olan Ölü Deniz 34%’ün üzerinde tuzluluk oranıyla en tuzlu göllerinden de biri. Yüksek tuz oranı sayesinde suya girdiğinizde batmanız mümkün değil, suyun yüzeyinde hiçbir efor sarf etmeden uzanmanız mümkün ancak suyun ağzınıza veya gözünüze girmemesine dikkat etmeniz lazım (müthiş acı bir tadı var ve gözle temasında çok yakıcı olabiliyor, sizler için hepsini test ettim). Yüzmeye elverişli olmadığı için bir iki dakika suda vakit geçirdikten sonra çıkıyoruz. Açıkçası pek enteresanlığı olmayan bir yer. En azından tuzlu suyla bedenimiz biraz rahatlamış olarak Kudüs’ün yolunu tutuyoruz. Akşam yemeği için şans eseri seçtiğimiz Roza restoran sadece o günün değil, bütün gezimizin en güzel yemek seçimi oluyor. Şık ama pahalı olmayan bu restoranda yediğimiz yemeklerin hepsi (tatlı-ekşi soslar ve kişnişle hazırlanmış karışık meze tabağı ve biri rozbif diğeri ördek göğüslü focaccia) ve içtiğimiz şarap (Gamla – Cabernet-Merlo) mutluluk hormonu seviyemizi tavan yaptırıyor. 

İSRAİL & FİLİSTİN _______ Tezatlıklar Diyarı Beytüllahim / El Halil


Beytüllahim'de Noel ağacı ve kutlamaları

Ermeni kilisesinin bahçesinde İskoç tulumu çalan Süryaniler

Bize evinin kapılarını açan güzel insan Mohtara

Filistin yaratıcılığıyla bir Starbucks çakması

Filistin kasaplarında deve eti de bulmak mümkün

İsrail'in Filistin topraklarına yayılmasını gösteren pano


İbrahimi Cami


Yahudi yerleşimcilerin rahatça gezinmeleri için yolları tutan İsrail askerleri




El Halil'in eski şehir merkezi bugün harap halde

Filistin'den İsrail'e dönüşte kurulan güvenlik duvarları ve kontrol noktası

Doğum günü çocuğu Belçika birasıyla

Sabah şehirde akşamın bütün sakinliğine tezat bir hareketlilik buluyoruz. Kaotik pazar yerini gezinirken bir yandan da kahvaltılık malzemelerimizi topluyoruz. Fırından sıcak çıkmış ekmeğimizi, marketten zeytin ve peyniri, pazarcıdan domatesimizi ve çaycıdan taze naneli siyah çaylarımızı alıp bütün bunları mideye indirebileceğimiz sakin bir köşe ararken ara sokaklardan birine girip bir evin giriş merdivenlerine kuruluyoruz. Tam çıkınımızı çıkarıp yemeye hazırlanırken bir kadın ev kapısından başını uzatıp bize bakıyor. Bir iki hello’dan sonra sarf ettiği Arapça kelimelerden değil ama yaptığı el işaretlerinden anladığımız üzere bizi içeri davet ediyor. Kibarca teşekkür edip merdivenlerde rahatımızın yerinde olduğunu söylememize rağmen hiç pes edecek gibi görünmüyor ve sonunda teklifi kabul edip içeri giriyoruz. Bizi evin misafir odasına alıp, kahvaltımızı yapmamız için yalnız bırakıyor. Bir süre sonra gelip yanımıza oturduğunda biraz İngilizce, biraz Türkçeye de girmiş Arapça kelimelerin yardımıyla ailesinden ve hayatından sohbet ediyoruz. Bu güzel insana şükranlarımızı sunup evinden ayrılıyoruz. Pazarda ilginç olabilecek yiyecekleri araştırırken bir ciğercide Türkiye’de de bulunan ancak benim daha önce denemediğim akciğer dikkatimizi çekiyor. Ciğercinin camekanına biraz fazla uzun bakmış olmalıyız ki tezgahın başındaki çocuk sonunda dayanamayıp bize biraz ikram ediyor. Karaciğerden çok daha hafif, mantar benzeri bir dokusu bulunan akciğerin tadı hafif ve hoştu. Sabah Mahmud Abbas’ın ziyareti nedeniyle yoğun güvenlik önlemleri altında ziyarete kapatılan, İsa’nın doğduğu varsayılan yerin üzerine inşa edilmiş kiliseyi ziyaret edip bir diğer Filistin şehri El Halil’i ziyaret etmek üzere otobüs terminaline yöneliyoruz.  Otelden birkaç adım mesafedeki otobüs terminaline vardığımızda binanın girişi bize oldukça tanıdık geliyor. Önceki akşam şehre ilk vardığımızda otobüsten iner inmez üzerimize atlayan ve yorgunluktan pazarlık yapmaya bile tenezzül etmeden söylediği fiyatı kabul ettiğimiz ve şehrin içinde bir on dakika dolaştırıp bizi otele bırakan taksiye bindiğimiz yerdeydik. Bir turist rehberi olarak en basit turist tuzaklarından birine düşmekten kurtulamamıştık (Al’a Asakereh nerede yaşadığını biliyorum dostum, arkanı kollasan iyi edersin). El Halil’de eski şehrin merkezinde İbrahim peygamberin ve ailesinin mezarları üzerine inşa edilen, yarısı cami yarısı sinagog olan yapı her üç din için de önem teşkil eden bir yer.  Şehrin göbeğine 2000 asker tarafından korunan 500 kadar Yahudi yerleşimcinin gelip yerleşmesiyle eski şehir dikenli teller, güvenlik duvarları, kontrol noktaları, gözetleme kuleleri ve sürtüşmelerden bunalan insanların terk ettikleri boş ve harap binalarla bir savaş alanı havasındaydı. Sessiz sokakları gezinirken birden yolumuz İsrail askerleri tarafından kesiliyor ve beklememiz söyleniyor. Bütün cadde boyunca sıralanan İsrail askerlerinin arasından Yahudi yerleşimciler pazar gezintisine çıkmış gibi yürüyerek geçiyorlar. Her Şabat’ta (Cumartesi) bunun tekrarlandığını öğreniyoruz. İnsanların kendi şehirlerinde evlerine giderken yollarının kesilmesi ve beklemek zorunda bırakılmaları aşağılayıcı ve nefret uyandırıcı yönüyle Filistin-İsrail sorununu soğuk ve sert bir tokat gibi yüzümüze çarpıyor.  Yüz yüze geldiğimiz bu durum bize gerçeküstü geliyor, aklımız kavramakta kalbimiz kabullenmekte zorlanıyor. Karışık düşünceler ve hisler içerisinde Kudüs’e dönmek üzere otobüse biniyoruz. Filistin’e gelirken herhangi bir kontrolden geçmememize rağmen Filistin’den İsrail’e girişlerde sıkı güvenlik önlemleri ve kontrol noktaları bulunuyor. Bir havalimanı güvenliğine benzer prosedürlerden geçerken Araplar herhangi bir sorunla karşılaşma korkusuna karşın olsa gerek ayakkabı, kemer vb. her şeylerini çıkartırken biz rahatlıkla geçiyoruz. Akşam Kudüs’e vardığımızda o güne denk gelen Benoit’nın doğum gününü kutlamak için manen yorgunduk, birer Belçika birasıyla sakin bir kutlama yapıp otelimize döndük.

İSRAİL & FİLİSTİN _______ Tezatlıklar Diyarı Kudüs / Beytüllahim

Zeytin Dağı'ndaki Yahudi mezarlığı

Aziz Benoit meşhur Zeus pozuyla



Nijerya'dan kutsal toprakları ziyarete gelen bir kafile

Kutsal Kabir Kilisesi'nin içinden bir görünüm

İsa'nın çarmıhtan indirildiği yer olduğuna inanılan taşta dua eden Hristiyanlar

Senem ermek üzereyken

Okul çıkışı ilk durak şekerci

Çeşit çeşit renk ve desenleriyle kipalar

Başlarından çıkarmadıkları şapkalarını yağmurdan poşetle koruyan ultra muhazakar Yahudiler

Hasidiklere özgü lüle saç modeliyle bir çocuk

Arap da olsan Yahudi de Coca Cola seninle



Çatıların üzerinde oyun oynayan çocuklar

Gülen surat desenli kipayla poz verirken

Tur boyunca elimden düşmeyen rehber kitabıyla

Via Dolorosa'yı takip etmek için toplanan Hristiyan cemaat

Via Dolorosa'nın duraklarından birinde dua eden iki rahibe

8 no'lu Via Dolorosa durağı

Sabah ilk iş Zeytin Dağı’na doğru yola koyuluyoruz. Eski Kudüs’e tepeden bakan bir konumda bulunan bu dağ en eski Yahudi mezarlığına ev sahipliği yapması ve İsa’nın göğe yükseldiğine inanılan yer olması dolayısıyla kutsal değere sahip. Kıyamet gününde ölülerin dirilip toplanacakları yerin (mahşer) burası olduğuna inanılması nedeniyle şimdiden sahne önü kapmak isteyenler buradaki mezarlara 50bin dolara kadar çıkan fiyatlar ödemekteler. Kudüs’ü keşmekeşinden uzak, sakin bir havada izleyerek tepeden aşağıya yürüyor, kendimizi tekrar eski şehrin yüksek tansiyonlu sokaklarına atıyoruz. Eski Kudüs Müslüman, Hristiyan ve Yahudi mahallesi olarak ayrılmış durumda. Müslüman bölgesi Araplara özgü düzensizliğin düzeni havasında, Hristiyan bölgesi para kazanmak ibadettir mantığıyla Hristiyan hacılara yönelik hediyelik eşya dükkanlarıyla dolu, Yahudi bölgesiyse 1948 Arap-İsrail savaşında gördüğü ağır hasardan sonra yeniden yapılan düzenli sokakları, yapıları ve sakince akıp giden gündelik hayatıyla bölgenin geri kalanıyla tam bir tezatlık içerisinde. Ülkenin geri kalanı da olmak üzere özellikle Kudüs’te her yer bebek ve çocuk kaynıyor. Yahudilerde ortalama çocuk sayısı 3, bu rakam Kudüs’te 4-5’e çıkıyor ve özellikle Kudüs’te yoğunlukta bulunan aşırı muhafazakar Hasidik Yahudilerde bu rakam ortalama 9-10 çocuğa çıkıyor. Etrafta bıcır bıcır dolaşan çocukların güzelliği dünyaya getirilmelerindeki siyasi amaçlarla gölgeleniyor. Her Cuma İsa’nın mahkum edilip çarmıha gerildiği yere kadar izlediği güzergahta düzenlenen Via Dolorosa yürüyüşüne katılmak üzere başlangıç noktasına gidiyoruz ancak o günün sabahında Müslümanlarla İsrail askerleri arasında çıkan bir sürtüşmeden dolayı arttırılan güvenlik önlemleri yüzünden iptal edildiğini öğreniyoruz.  İsa’nın düşe kalka gittiği yolu rehber kitabımızdan hızlıca takip ettikten sonra Şabat’ın gelişini dualarla kutlayan Yahudileri izlemek üzere bir kez daha ağlama duvarının yolunu tutuyoruz. Kadınlar ve erkekler birbirinden ayrı bölümlerde toplanıp dua ettikleri için Benoit, Giovanni ve ben kipalarımızı (Yahudi takkesi) takıp erkeklerin arasına karışıyoruz. Her gün bir yenisini keşfettiğim Yahudilik ve Müslümanlık arasındaki benzerliklere abdest de ekleniyor. Ağlama duvarının girişinde bulunan ufak bir çeşmede Yahudiler kutsal saydıkları duvara yaklaşmadan önce ellerini yıkayıp abdestlerini alıyorlar. 7’den 70’e Tevrat’ı hatmeden erkeklerin arasında bir süre gezindikten sonra Türkiye’ye bizden erken dönecek olan Senem ve Giovanni’yle son bir bira içmek üzere şehir merkezine doğru yürüyüşe geçiyoruz. Bir acemi rehber hatası yapıyorum ve Şabat’ın gelişiyle her yerin kapanmış olacağını hesaplayamıyorum. Daha birkaç saat öncesinde cıvıl cıvıl olan sokaklar bomboş ve bütün dükkanlar kapalı. Maalesef “kuru” bir elvedayla ayrılmak zorunda kalıyoruz. Onlar Türkiye’ye uçmak üzere Tel Aviv’e geçerken biz Filistin’e gitmek üzere Arap minibüslerinden birine atlıyoruz. Bizi Beytüllahim’e götürecek minibüse biner binmez radyoda çalan Arap müziği dikkatimizi çekiyor ve İsrail’e geldiğimizden beri ne kadar az müzik duyduğumuzun farkına varıyoruz. Beytüllahim’e vardığımızda hava karanlık, biz yorgunuz. Minibüsten iner inmez yanaşan ilk taksiciyle anlaşıp otele gidiyoruz. Nüfusunun yarısı Müslüman yarısı Hristiyan olan şehirde Noel etkinlikleri ve hareketliliğiyle karşılaşıyoruz. Noel şarkıları söyleyen çocuk korosunu dinledikten ve bir Ermeni kilisesinin avlusunda İskoç tulumları çalarak prova yapan Süryanileri izledikten sonra en hareketli görünen bir restoranı gözümüze kestirip içeri dalıyoruz. Menüyü istediğimizde garson bize humus ve falafellerinin çok özel olduğunu, onları yememizi söylüyor. Sabah akşam humus yemenin verdiği doygunlukla başka yemekleri soruyoruz ama o kadar bir yarım ağızla söylüyor ki diğer yemeklerin gerçekten yenemeyecek kadar kötü olduğuna ikna olup humus ve falafelimizi sipariş veriyoruz. Falafel gerçekten o ana kadar yediklerimiz içerisinde en güzeli çıkıyor, ayrıca ilk defa tadına baktığımız Filistin birası Taybeh geceyi hepten kurtarıyor.