26 Kasım 2014 Çarşamba

MELAS VADİSİ______Kahvehane Yolcuları Gün-9___Menteşbey-Akseki-Antalya


Mutluluk!
Plajda üç dağcı
Volkan Balık, tavsiye edilir
İlk biraların yeri kalbimizde apayrı
Akseki'de kahvaltı mekanımız
 Turumuzun son günü İstanbul'a dönüş yolculuğuyla geçecekti ama otobüs ve uçak yolculuklarının arasına son gün kutlaması yapacak kadar zaman ayırmayı ihmal etmemiştik. Köyden Akseki'ye, oradan Antalya'ya yaptığımız otobüs yolculuklarından sonra şehre adımımızı atar atmaz ne yapacağımız dile getirilmemiş olsa da sessiz bir mutabakatın varlığı barizdi. Önümüze ilk çıkan kafeye oturup soğuk birer bira söyledik. Tur boyunca gerek bulmanın zorluğu gerekse vücutlarımızı dinlendirmek adına bir alkol orucuna girmiştik ve 8 günün sonunda o biranın her bir yudumunu hak etmiştik. Kadehlerimizi Akdeniz'e karşı kaldırmıştık ama deniz bununla yetinmiyor, bizi kendine çağırıyordu, biz de bu çağrıya kayıtsız kalamazdık. Hemen Kaleiçi'ndeki tek plaja indik. Paralı özel plaja dev sırt çantalarımız ve dağ kıyafetlerimizle oldukça berduş bir halde girdiğimizde doğal olarak şezlonglarında bikini ve mayolarıyla güneşlenen bütün turistlerin kafaları bize döndü. Dağ kıyafetleriyle girdiğimiz soyunma kabininden birer süpermen edasıyla mayolarımızla çıkıp denize atladığımızda hem güzelliklerle dolu bir tur geçirmenin, hem denize girmenin mutluluğunu bir arada yaşıyorduk. Deniz ve bira keyfini tamamlamıştık belki ancak henüz kutlamayı tamamlamıştık. Çünkü yol boyunca en zor anlarımızda, artık devam edemeyeceğimizi düşündüğümüz, hepsinin büyük bir hata olduğunu hissedip dağlara isyanımızı bağırmak istediğimiz anlarda bizi ayakta tutan, ona ulaşabilmek için devam etmemizi sağlayan tek bir düşünce vardı: Rakı Balık!  Pek tabii biz onu, o bizi hak etmişti, karşılıklı helalleşmeliydik. Birkaç sene önce Antalya'da yaşadığımda gitmekten keyif aldığım salaş bir meyhane vardı hatırladığım, hemen diğerlerini oraya sürükledim. Henüz vakit erken olduğu için mekânı kapalı bulmamız evrenin bize geçtiği bir kıyaktı aslında, siz bunu hak ettiğiniz dercesine, kapısından döndüğümüz meyhanenin az ilerisinde çok daha iyisini çıkardı karşımıza. Volkan Balık isimli küçük ve şirin bir mekânın vaha bahçesinde en taze balık ve en güzel mezeler eşliğinde çektik anason kokusunu içimize. Artık görev tamamlanmıştı, mutlu ve huzurlu dönebilirdik evlerimize...

MELAS VADİSİ______Kahvehane Yolcuları Gün-8___Akşahap-Menteşbey


Vahit Öğretmen'in evinde kahvaltı


Via Sebaste


Menteşbey köyü görüş mesafesine girdiğinde Bambina'dan "bu da çocuk oyuncağıydı" bakışı


Bereketli bir nar ağacından göz hakkımızı aşırırken

Menteşbey'de restore edilmiş hoş bir konak


Menteşbey konuk evi
Ertesi güne bir bayram sabahı havasında uyandık, zira Vahit Öğretmen'in evine kahvaltıya davetliydik ve yağmur çamur içinde banyosuz geçen bir haftanın ardından vücutlarımızdan atmosfere yayılan tehlikeli ve kesif kokuları en aza indirgemek için olabildiğince temiz giyinmeye çalıştık. Vahit Hoca sofrayı bir haftadır yemek kısmet olmayan yumurta da dâhil her türlü kahvaltılıkla tepeleme doldurmuş, ekmekleri kızartmış, çayı demlemişti. Hepimiz bugüne bugün güngörmüş kibar insanlar olduğumuz için içimizdeki azgın dürtüleri dizginleyip yavaş yavaş kahvaltımızı yapmaya başladık. Ancak önündekini her bitiren yine aynı kibarlıkla tabağını tekrar dolduruyor ve yemeye devam ediyordu. Sonunda masadaki son zeytin tanesine kadar her şeyi kuruttuğumuzda karnımız doymuş içimiz rahatlamıştı. Vahit Hoca, Kemal Dayı ve Erdener Bey köyün çıkışındaki köprüye kadar bize eşlik ettiler ve tekrar görüşmek temennileriyle bu güzel insanlarla vedalaşıp ayrıldık. Biz yamacı yarıladığımızda onlar da aşağıda köy yolunda görülebiliyorlardı. El sallaşmaların ardından Vahit Hoca'nın "korkmayın, korkmayın" uyarısı dağlarda yankılandı. Önce ne demek istediğine bir anlam verememiş olsak da birkaç saniye sonra duyulan silah sesi olayı aydınlattı. Av meraklısı Vahit Hoca tüfeğini de yanında getirmişti ve bizi uğurlamak için silahını sıkmadan önce ne olur ne olmaz, bu şehirli bebeler korkabilir diyerek bizi uyarma ihtiyacı hissetmişti. Bu sıcak köylülere yaraşır bir uğurlamadan sonra rotanın olmasa da günlerimiz bittiği için bizim son etabımız olan Menteşbey köyüne doğru devam ettik. Köye vardığımızda grubumuzdan ilk yaprak dökümünü yaşadık. Asena ve Ali evlerine dönmek üzere Akseki'ye bir araç ayarlayıp bizden ayrıldılar. Biz ise geceyi köyde geçirip ertesi gün dönüş yoluna koyulacaktık. 
Menteşbey köyü sessizliğiyle diğerlerinden farksız olmakla birlikte Osmanlı döneminde birçok kadı yetiştirmiş konakların varlıklı bir aile tarafından satın alınıp yakın zamanda restore edilmesiyle çok gösterişli bir görünüme sahipti. Köyde kendimizi bir eve davet ettirmek için beyhude bir yürüyüş yaptıktan sonra bize tahsis edilen köy konuk evine döndük ve çıkınımızdakilerle yetindik. Evde bir ocak ve tüp bulunmasına önce sevindik ve çorba pişirip çay suyu koyduk ancak tam kestiremediğimiz bir yerden kaçak olması dolayısıyla bütün mutfak kısa sürede gaz kokusuyla doldu. Normal zekâ düzeyinde bir insanın hemen ocağı kapatıp tüple bütün bağlantıları keseceği yerde zekâ düzeyimin on katı bir inat düzeyim olduğu için o çay demlenecek diye tutturdum. Sonunda Benoit ve Gamze'nin ısrarlarına dayanamayıp ocağı söndürmeye gittiğimde çay demlenmişti bile ve bize kelimenin tam anlamıyla ölümüne demlediğim çayı yudumlayıp çekirdek çitlemek kalmıştı (bkz. akıl tutulması). 

MELAS VADİSİ______Kahvehane Yolcuları Gün-7___Üzümdere-Akşahap

Akşahap köyü
İki sanatkar yanyana, Kemal Dayı ve Bambina

Kemal Dayı'nın ahşap eserleri
Kemal Dayı'nın taş eserlerinden biri


Kahve meclisi. Sol baştan: Öğretmen Vahit, Emekli Erdener, Dağcı, Kemal Dayı, Çaycı, Halil





Güneş ışıkları o sabah yalnız toprağı değil Gamze'nin içindeki savaşçı kadını da uyandırıyordu. Dizi olmasa da azmi tazelenmiş olan Gamze yola bizimle devam etmeye karar verdi. (Bu arada siz değerli okuyuculara kullandığım bu ağdalı dil için bir açıklama yapma zarureti hissediyorum. Bunun bütün sorumlusu Melas Vadisi kitabının yazarı Emrah Özkök'tür. Her ne kadar yazdığı kitap sayesinde bu yolculuğa vesile olsa da ve kitabından yol boyunca sık sık faydalansak da, kitapta rota bilgilerinin arasına yazdığı "Rehberin Gözüyle" başlıklı edebi makaleler her akşam sesli okuma seanslarımızda bizi kahkahalara boğup neşelendirdi ve nohut adam fırat'ın tabiriyle aşırı aşırısı ağdalı ve dramatik anlatımıyla ruhumuzda ve belleklerimizde onarılmayacak yaralar açtı, izler bıraktı. Ben de bundan sonra sade ve duru bir anlatıma dönebileceğimi pek sanmıyorum.)  Bambina'nın (bambina için bkz. Antakya gezisi) kararını küçük bir mutluluk dansıyla kutladıktan sonra bu sefer ekmek bulma görevini ikimiz üstlenip köyde küçük bir yürüyüşe çıktık. Bütün köyde içeriden tek ses gelen eve yaptığımız çağrılara cevap alamayınca ümitsiz bir şekilde geri dönerken evlerden birinin kapısında beliren tatlı mı tatlı teyzenin "Sizi bilemedim" sözü bizim için yeni bir umut doğurmuştu. Kimsiniz kimlerdensiniz anlamında bu yörede sık sık duyduğumuz "sizi bilemedim" tümcesine açıklayıcı cevabımızı verdikten sonra lafı ekmeğe getirip teyzenin stokları yokladık. İki ekmeği olduğunu söyleyince, belki sıkarsak biraz daha çıkartırız mantığıyla beş kişi olduğumuzu, daha fazla ekmeğe ihtiyacımız olduğunu söyleyince canım teyzem çaresizlik içinde bütün ekmeğinin bu olduğuna bizi ikna etti ve yanına biraz da domates katık edip bütün sevecenliğiyle bizi yolcu etti. 
Günü Üzümdere'den Akşahap'a yürüyüşle geçirdik. Yol boyunca doğanın zarafeti ruhumuzu okşasa da en genç üyemiz Benoit dışında herkesin ağrıyan dizi yolculuğu zorlaştırıyordu. Dizlerimize en az yüklenerek nasıl yürüyebileceğimizi keşfetmek için şekilden şekile giriyor, biraz akrobatik biraz balevari denemelerde bulunuyorduk. Sonunda çabalarımız meyve verdi ve Ali penguen yürüyüşü adını taktığı paytak bir yürüme stili keşfetti. Köye varan yokuş aşağı yolu grup halinde penguen yürüyüşüyle inerken bir yandan kahkahalar atıyor, bir yandan bu halimizi görecek köylülerin hakkımızda ne düşüneceklerini konuşuyorduk. Neyse ki köyde bizi karşılayan kişi bizi yürüyüşümüzle yargılamayacak kadar saf niyetli, köyün zihinsel engelli civanı Halil'di. Hayatımda gördüğüm en mutlu ve güleç insan olan Halil'in bize anlatacak hikâyesi boldu. Hikâye anlatımlarına eşlik eden görsel canlandırmalarıyla adeta tekrar tekrar yaşıyordu o anları. Keza hikâye dediğime bakmayın, köyde biz gelmeden bir gün önce bir adam öldürme olayı yaşanmış ve birebir şahit olduğu, katilin jandarma tarafından yakalanma anından Halil çok etkilenmişti. İkinci tanıştığımız kişi hayatını İstanbul'da ticaretle kazanıp kendini emekliye ayırınca günlerini yaşlı anacığıyla Antalya, Akşahap, İstanbul arası gezerek geçiren şehirli Erdener Bey'di. Mihmandarlık görevini üstlenen Erdener Bey önde lojistik müdiremiz Asena, Ali ve ben arkada önce köy bakkalını yağmaladık, sonra Erdener Bey'in evinden eksiklerimizi giderip geceyi geçireceğimiz köy kahvesine döndük. Bu süre zarfında anlatımlarına devam eden Halil artık ilgisini daha çok Gamze'de yoğunlaştırmıştı ve onu etkilemek için türlü gösterilerde bulunuyordu. Yolculuğa çıkmadan önce arkadaşının baktığı kahve falında Gamze'ye bu seyahatte karşılaşacağı bir kısmet görünmüştü. Önce Susuzşahap köyünün facebook sayfasında disko açılması talebini ileten köy sakini Özkaynak Muzaffer'in malum kişi olabileceğini düşünmemize rağmen olayların gidişatı Gamze'nin kader çizgisini Halil'le kesiştiriyor gibiydi...

Kahvehaneye yerleştikten sonra Asena bize enfes bir sebzeli bulgur hazırladı. Tur boyunca yediğimiz en lezzetli yemek olunca ve bol miktarda yapınca herkes ikinci tabakları aldı ve ilk defa tam doygunluk hissine eriştik. Bu sırada bize eşlik eden bakkalın oldukça konuşkan liseli oğlu Metin henüz birkaç gün önce annesinin dağdan topladığı mantardan zehirlenip ölümün eşiğinden dönmesine, köy hayatından okul hayatına anlatıp durdu. Bütün yol boyunca özlemini çektiğimiz ilgi ve alakayı sonunda Akşahap köylülerinde bulmuştuk. Tabii bazen bir dilekte bulunurken de dikkatli olmak lazım. Halil ve bakkalın oğlu Metin'le başlayan misafirlikler şehirli Erdener Bey'den kuzeni öğretmen emeklisi Vahit Bey'e, sanatkar Kemal Dayı'dan Avcı Duran'a, Muhtar Bey'den ismini ve mesleğini öğrenemediğimiz nice yiğitlere devam etti gece boyunca. Ben kendimi çaycılığa kaptırıp insanlardan marka toplamaya çalışınca biraz temiz havanın iyi geleceğini düşünüp Kemal Dayı'nın el sanatlarını sergilediği eve gittik. Yaşlılığını boş oturarak geçirmek istemeyen Kemal Dayı bütün gün kahvede okey oynamak yerine ahşap veya taştan birbirinden ilginç biblo ve heykeller yaparak geçiriyormuş zamanını. İçindeki sanatkâr ruh konuşmasından ve yaptıklarından belli olan Kemal Dayı bu ücra köyde hoş bir sürpriz olarak çıktı karşımıza. Köy heyeti ve bizden oluşan kafilemiz kahveye döndüğünde uykulu halimize acıyan köylüler müsaade istediler ve hoş sohbetli sıcak insanlarla geçen gecemizi noktalamış olduk. 

MELAS VADİSİ______Kahvehane Yolcuları Gün-6___Emerya-Üzümdere



Emerya köyü
Emerya köyünde kaldığımız eski okul dersliği




Henüz başına geleceklerden habersiz kameralara gülümserken


Üzümdere köyüne ulaşmak için yapılan asma köprü




Gülümsediğimize bakmayın, oyunun sıkıcılığına fazla dayanamadık
Bir an önce ayrılma isteğiyle uyandık sabah ancak yakıtsız yola çıkılmayacağı için kahvaltı yapmamız gerekiyordu ve en önemli besin kaynağımız ekmeği tüketmiştik. Köyde ekmek avına çıkma görevini Asena üstlendi. Tatlı dili ve güler yüzüyle görevi başaracağına inanıyorduk ancak söz konusu Emerya olunca bir tedirginlik de hâkimdi hepimizde. Kısa bir süre sonra ekmekle döndüğünde anlattığına göre pek de kolay olmamıştı ekmeği almak. Denk geldiği bir köylü kadından ekmek istediğinde önce yok cevabı alan Asena tatlı dilin işe yaramayacağını anlayıp zor zamanlar için sakladığı sivri diliyle bir güzel haşlamış kadını ve nihayetinde almış bizi açlığın sınırından kurtaracak ekmeği. Emerya’da yaşadığımız talihsizliği bir önceki gece dolunay olmasına, Satürn ve Mars’ın yanlış pozisyonlarına ve güneşten yayılan radyoaktif dalgaların dünyanın manyetiğini bozmasına bağlayıp bir sonraki sefere Emerya köylüleriyle bambaşka bir tecrübe yaşayıp, kucaklaşıp sevgi yumağı oluşturmak üzere ayrıldık. Önümüzde yine zorlu bir parkur vardı. Bir sonraki hedefimiz Üzümdere köyüne uzaklık çok olmasa da en dik yamaçlardan tırmanıp inecektik ve tırmanmanın yorgunluğunu küçük molalarla atlatabilmemize rağmen sırtımızdaki ağır çantalarla uzun ve dik yamaçlardan inmenin dizlerimize bindirdiği yükün acısı sonradan gani gani çıkacak ve yolculuğun geri kalanını tehlikeye atacaktı.

Üzümdere köyüne yaklaştığımızda bir dağın yüksekçe bir yamacına kurulmuş köye ulaşmak için son bir tırmanış yapmamız gerekiyordu. Yürüyüş her ne kadar zor geçerse geçsin köy görüş mesafesine girdiğinde yakında dinlenecek olmanın rahatlığıyla insan son kısımları çok önemsemiyor. Biz de köye yaklaşmanın gazıyla dümdüz tırmanıp işaretli yoldan çıktığımızı fark ettiğimizde o ana kadar her zaman işaretleri takip etmenin öneminden bahseden Benoit bile boş bulunup “boş ver yaaa” dedi ve biz neredeyse köye varmışken birden köyün çevresinden dolanıp dik bir yokuştan dağın tepesindeki kaleye tırmanırken bulduk kendimizi. Söylene söylene tepeye vardığımızda önümüzdeki manzara böyle yorucu bir hataya bile değecek türdendi. Doğu Karadeniz’in yüksek ve yemyeşil dağlarını hatırlatan dağlarla çevrili bir vadi, ortasından gürül gürül akan bir dere ve yamaca kurulu bir köy. Biraz dizinin acısından, ancak daha ziyade manzaranın etkileyiciliğinden gözleri doldu Gamze'nin. Biz de en az onun kadar etkilenmiştik ve yol kenarına yerleştirilmiş bir banka oturup uzun uzun doğanın ve anın tadını çıkardık. Köye indiğimizde bizi bekleyen Asena ve Ali'yle buluşup (onlar biraz arkamızdan geldikleri için bizim gibi yanlış yola sapmayıp köye bizden önce ulaşmışlardı) muhtarı aramaya koyulduk. Türkiye'de birçok köyde muhtara gerek kalmadan köylüler kalacak yer ve yemek de dâhil bütün ihtiyaçlarınızı seve seve karşılamalarına rağmen geçtiğimiz köylerin nüfusunun oldukça az ve sakinlerinin genellikle çok yaşlı insanlardan oluşması dolayısıyla genellikle köyün muhtarına talebimizi iletmek durumunda kaldık. Muhtar Bey bize köyün temiz ve bakımlı kahvesini tahsis etti. Soba ve mutfak gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılamanın yanında LCD televizyon ve okey seti gibi lüks imkânlarıyla da kahvemiz göz kamaştırıyordu. Yemekten sonra köyün sakin gece hayatını biraz renklendirmek için okey oynamaya karar verdik. Hem 25 yıldır Türkiye'de yaşayan Benoit'nın asimilasyon sürecinin son ve en can alıcı noktası hâlâ oynamayı bilmediği okeyi öğrenmesiydi. Zaten rakısı, çiftetellisi ve geçmişte bıraktığı sigara tiryakiliğiyle tepeden tırnağa bir Türk olan Benoit ata sporumuz okeye de hemen uyum sağladı ve masadaki diğer oyuncuları taşlayarak, çifte gidip okeye dönerek şova başladı. Bize yirminci gibi gözüken henüz ikinci elimizi oynarken muhtar bey asayiş berkemal mi diye uğradığında bizi okey masasında görünce bir anda gözleri parladı. Yanımızda durup herkesin eli hakkında yorumlar yapmaya başladığında parmaklarını ovuşturmasından ve yerinde kıpır kıpır duramamasından oyuna dâhil olmaya can attığını anlamıştım. Çay doldurma bahanesiyle yerimden kalktığımda yerime oynama teklifimi henüz cümlenin sonundaki soru işaretini koymadan kabul etmişti bile. Bize okey öyle değil böyle oynanır dercesine taşları masaya çarpıyordu muhtar efendi. Bir iki elden sonra muhtarın içindeki okey aşkı bile bizim oyundan bıkkınlığımıza yenik düşünce muhtar bey müsaade istedi ve ayrıldı, biz de hemen bıraktık tabii oyunu. Bu arada diz ağrısı iyice şiddetlenen Gamze sabah bizden ayrılıp otobüsle İstanbul'a dönmeye karar vermişti. Vermişti vermesine ama henüz içinde yatan amazonun farkına varmamıştı...

MELAS VADİSİ______Kahvehane Yolcuları Gün-5___Susuzşahap-Cevizli-Emerya

Ayva, pastırma, otlu peynir, zeytin ve çorbadan oluşan kahvaltımız
Hamarat Benoit işbaşında
Susuzşahap köyünde puslu bir güne uyandık
Doğa kaybolmamamız için elinden geleni yaptı

Mantar uzmanımız Gamze en küçüğünden en irisine hiçbir mantarı kaçırmayıp katalogladı

Nehir vahşi, orman sıktı, ancak bunların hiçbiri bizi yıldıramazdı

Resmen üzerime nur yağıyor


Cevizli Emerya arası

Gece yürüyüşümüzü bir selfie'yle taçlandırmadan olmazdı
Sabah kalktığımızda bereket yine iş başındaydı. Evin rahatlığının verdiği rehavetle herkeste içten içe yola çıkmayıp bir gün de burada miskinlik yapma niyeti seziliyordu. Köyde yapılan ufak bir yürüyüş, kahvaltı derken saat 12’yi bulmuştu ve artık bir karar vermek gerekiyordu. Ya yağmurun durmasını fırsat bilip sonrasında da yağmayacağını umarak yola çıkacaktık, ya da sere serpe yayılmaya devam edecektik. Nasıl olduysa içimizdeki cengâverler kıpraştı ve bir hışımla hazırlanıp yola koyulduk. Önümüzdeki etap bütün rota boyunca bulunan en uzun etap olmasına rağmen gidebildiğimiz yere kadar gideriz deyip çıktık yola. Kısa bir yürüyüşün ardından civardaki köylerin en büyüğü olan ve marketi, restoranı, benzin istasyonuyla merkez durumunda bulunan Cevizli köyüne ulaştık. Sanki sözleşmişçesine ve bizi karşılamak istercesine (daha ziyade Pazartesi olup banka ve devlet dairelerinin açılması dolayısıyla) o güne kadar geçtiğimiz bütün köylerin muhtarları ve çaycıları köy meydanındaydılar. Her on metrede bir ayrı bir muhtarla tokalaşıp sohbet ettikçe oranın yerlileri de bizi meraklı bakışlarıyla süzüyor, bunlar da kimin nesi ifadeleri yüzlerinden okunuyordu. Günlerdir kuru ekmek peynir yemekten yorulmuştuk ve sulu yemeğin adı bile nabzımızı hızlandırıyordu. Ufak bir kamuoyu yoklamasından sonra hemen kendimizi tavsiye edilen bir restorana attık ve fasulyesinden nohuduna ne varsa kuruttuk. Ayrıca Benoit sütlacı özellikle beğendi (ve burada yazmam için ısrar etti). Ufak bir hesapla elimizi çabuk tutup yola koyulursak gün batıp gece inerken Emerya’ya ulaşabileceğimizi düşünerekten yola devam etmeye karar verdik. Her ne kadar kitapta iki kere geçeceksiniz dediği dereden on kere geçmemiz gerekse de Cevizli Emerya arası parkur gezinin o ana kadarki en güzel manzaralarını sunuyordu. Karanlığa kalma endişesiyle o manzaraların tadını tam çıkaramadan hızlı hızlı devam ettik yolumuza. Ancak gece bizden daha hızlı davranıp yerkürenin 30. Doğu boylamını kaplamaya başlamıştı bile. Benoit’nın dediği üzere gece yürüyüşü yapılmayan bir doğa yürüyüşü gerçek bir yürüyüş sayılmaz diyerekten kafa fenerlerimizi kuşanıp, beş bir koldan işaretleri bulmaya çalışarak yolumuza devam ettik. Başımızdaki fenerlerden bizi fark eden ve büyük ihtimal “aha yine kayboldu bizim şehirli salaklar” diye içinden geçiren bir çobanın seslenip bizi ana yola çıkarmasıyla kısa sürede ulaştık Emerya’ya. Köye ulaşır ulaşmaz çıtır çıtır yanan bir şömine, tencerelerde türlü yemekler ve bahçede çevrilmekte olan bir oğlağın hayaliyle aradık hemen Duran Bey’i vardığımızı haber vermek için. Ancak telefonda Duran Bey’in her kelimesi bir bıçak gibi saplandı kalbimize. Kendisinin maalesef işi çıkmış ve Manavgat’a gitmişti, ancak bizi karşılayıp bir yere yerleştirmesi için muhtar beyi arayacaktı. Yine de umudumuzu kaybetmemiştik, belki oğlaktan vazgeçmemiz gerekecekti ancak belli ki Duran Bey köyde forsu olan bir insandı ve onun misafirleri olarak güzel ağırlanacaktık. 15-20 dakikalık bir bekleyişten sonra muhtar bey bizi buldu ve lafı fazla uzatmadan köyde kalacak pek bir yer olmadığını, ancak eski okulun sınıfında kalabileceğimizi söyledi. Gözyaşlarımızı saklamaya çalışırken el mahkûm kabul ettik ve boynumuz bükük eski köy okuluna doğru yürümeye başladık. Köy okuluna vardığımızda karşılaştığımız dramı kelimelere dökmeye dilim varmıyor. Penceresi kapısı kırık, her türlü haşerat ve sürüngenin cirit attığı sobasız tuvaletsiz, eski Sultanahmet cezaevini andıran bir binaya getirdi bizi. İçki masasından kalkıp istemeye istemeye geldiği nefesindeki 140 promil alkolden belli muhtar efendi bir duble içer misiniz deme inceliğini bile göstermeden hemencecik tüydü oradan ve bizi yıkık hayallerimiz ve kırık kalplerimizle baş başa bıraktı. Umutlarımızın boşa çıkmasının verdiği hüzün ve bu içler acısı geceyi bir an önce unutma isteğiyle tulumlarımıza girip daldık rüyalar alemine.  

MELAS VADİSİ______Kahvehane Yolcuları Gün-4___Süleymaniye-Değirmenlik-Susuzşahap

Değirmenlik köyü

Değirmenlik köyü kahvecisi

Köy camisine köprü bağlantısıyla ulaşabiliyorsunuz
Sonbarın getirdiği renk cümbüşü

Susuzşahap köyüne varmanın verdiği mutluluk yüzlerimizden okunuyor

Susuzşahap köyü konukevinde kavurma ve abaza peyniriyle akşam yemeği hazırlarken
Kendi ellerimizle topladığımız kekik ve dağ çayı keyfi

Bu senenin modası kırmızı
Muhtar Abi’nin getirdiği keçi peyniri ve domatesle hazırladığımız sandviçleri mideye indirdikten sonra, yine Muhtar Bey’in en kestirme yoldan Değirmenlik köyüne ulaşma tarifi üzerine yola koyulduk. Zaman ve mesafe kavramı gibi yön anlatımı da biraz çarpıktı canım köylümün. Biraz genel mantık, biraz takımyıldız koordinat bilgisi, koku alma yeteneğimiz ve içgüdülerimizi birleştirip yolumuzu bulduktan sonra kısa sürede ulaştık Değirmenlik köyüne ve bir mola vermek üzere kahvehaneye uğradık. Yolculuğun başından beri olduğu ve geri kalanında da olacağı üzere hep sıcak bir karşılamayla ağırlandığımız kahvehanelerde hiçbir zaman bizden çay, kahve parası alınmadı. Belki kesesi değil ama gönlü zengin köy ahalisi bizi her zaman sıcak bir çay ve ondan da sıcak gülüşleriyle karşıladı. Başka bir köyden buraya ürünlerini satmak üzere gelmiş, ancak bütün köylünün yağan yağmurun ardından açan güneşi fırsat bilip mantar toplamak üzere köyü boşaltmasından muzdarip bir teyzenin bizim şehirdeki konforlu hayatlarımızı bırakıp sırtımızda yüklerle dağlarda yürümeye geldiğimizi öğrenmesi üzerine sarf ettiği “aklınız yok, paranız çok” sözünün verdiği tebessümle çıktık tekrar yola. Köyün çıkışında alçak kısımları meşe ağaçları, yüksek kısımları ladin ağaçlarıyla kaplı bir dağı aşmamız gerekiyordu. Ağır ağır tırmanarak ve arada molalar vererek tepeye ulaştığımızda Benoit gözlüğünü kaybettiğini fark etti. Ufak bir panik anından sonra diğerleri dinlenirken ikimiz çantalarımızı bırakıp geldiğimiz yoldan geri giderek gözlüğe bakmaya karar verdik. Ben önden hızla inerken O da arkadan yavaş yavaş inmeye başladı. Ben yolu yarıladığımda dağlarda yankılanan bir Uğuuuurrrr sesi duyup geri seslendiğimde bir cevap gelmeyince dağdaki bol oksijenin beynime yüksek dozda nüfuzu sonucu nirvanaya erip gaipten sesler duymaya başladığımı düşündüm ve inmeye devam ettim. Bir buçuk saatte çıktığımız yeri koşar (veya uçar) adım 20 dakikada inerek neredeyse köye varmışken çalan telefondan gelen mesaja sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Benoit gözlüğü bulmuş ve diğerlerinin yanına dönmüştü, aşağı inerken ben Benoit’nın cep telefonunu yanıma aldığım için de ancak şimdi arayabiliyorlardı. Kös kös bütün dağı tekrar tırmanırken kendimi “Sylvester Stallone 60 yaşında hala Rambo filmi çevirebiliyorsa ben de bu dağı tekrar çıkabilirim” diyerek motive ediyordum…

Sonbaharın altın sarısına boyadığı yaprakların, bütün vahşilikleriyle doğada serbestçe koşan atların arasında girdik Susuzşahap köyüne. Âdet olduğu üzere kahveye oturduğumuzda yanımıza ilk gelen köylüyle nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde din ve müslümanlık üzerine bir sohbete girmişti Ali. Ali sordukça amca coşuyor, sözlerinin keskinliğiyle bütün kafirleri kılıçtan geçiriyordu. Sözlerine yaptığımız yorumlar ve sorulan sorular üzerine Ali’yi hristiyan, Benoit’yı musevi, daha önce kaldığımız Süleymaniye köyündekileri ise dönme ilan eden amca sonunda ulu Zeus Benoit’nın şimşeklerini üzerine çekmeyi başardı ve ağzının payını aldıktan sonra yanımızdan ayrıldı. Neyse ki sinirimizi alıp bizi sakinleştirecek şaşkın bir çaycıyla karşı karşıyaydık ve kısa sürede öfkemizin yerini kahkahalar almıştı. Uzun yıllar İstanbul’da çalıştıktan sonra bir sene önce köye dönme kararı alıp köyün kahvesini işletmeye başlayan şaşkın çaycımız istisnasız her siparişimizi çayların ve ada çaylarının sayısını karıştırarak getirince bir süre sonra bize sadece kahkahalar eşliğinde bahtımıza ne çıkarsa içmek düştü. Bir süre sonra bizi karşılamaya gelen muhtarı görünce hepimiz ufak bir şaşkınlık yaşadık, o ana kadar bütün köylerde karşılaştığımız en genç kişi köyde muhtarlık görevini üstlenmişti. Gençliğinin verdiği dinamizmle bize doğup büyüdüğü İstanbul’daki işini kaybedince memleketine yerleşip yeni bir hayat kurduğundan ve köyle ilgili projelerinden bahsetti. Öncelikli ve en önemli projesinin köye ismini kazandıran susuzluk problemine bir çözüm bulmak olduğunu anlattı (köy adının ikinci kısmı şahap kayan yıldız anlamına geliyormuş, bir köy için oldukça iddialı bir isim “susuz kayan yıldız köyü!”). Kahveden kalktığımızda yolda o civarda ün sahibi Hese Dayı’yla karşılaştık. Hayatını çevre dağlarda avcılıkla geçirmiş, dağların her bir parçasına ayak basmış, hatta TRT’nin Giden Gelmez Dağları belgeselinde de boy göstermiş Hese Dayı artık yaşlanmıştı ve bir baston yardımıyla ağır adımlarla yürüyordu. Bize “o dağları benim için de gezin” dileğini yüreğimiz biraz burkularak ama memnuniyetle kabul ettik. Misafir evine vardığımızda ev bize kaldığımız çadır ve terkedilmiş lojmandan sonra bir şato gibi göründü. Sobası, koltukları, banyosu, mutfağıyla krallar gibi bir gece geçirecektik. Hemen sobamızı yaktık ve tüm umutlarımıza rağmen bir köy evine yemeğe davet edilmediğimiz için elimizdekilerle soba üzerinde yemeğimizi pişirip afiyetle yedik. Sonrasında ben sobanın sıcaklığına güvenerekten banyosuz geçen dört günden sonra buz gibi suyla bir güzel yıkanıp rahatladım, ancak diğerleri 8 gün boyunca banyo yapmamakta kararlıydılar (ve bunun sonuçlarına hep birlikte katlanacaktık!!!    Şaka tabii!)  Ayaklarımızı uzatmış evin keyfini sürerken Benoit’nın telefonu çaldı ve arayan her gün olduğu üzere Dursun Bey’di. Rotamız üzerindeki Emerya köyünde yaşayan ve Melas Vadisi kitabının yazarı Emrah Bey vasıtasıyla Benoit’nın iletişime geçtiği Dursun Bey’i önce rehber olarak tutmayı düşünmüş, sonra rotayı kendimizin yapabileceğimize karar verip vazgeçmiştik. Dursun Bey her gün arayarak nerede olduğumuzu ve her şeyin yolunda olup olmadığını kontrol ediyordu. Bizimle bu kadar alakadar olmasına seviniyor, sonunda bir köy evinde enfes yemeklerle ağırlanmanın, hatta yolculuğun başından beri hayalini kurduğumuz oğlak çevirmenin bile mümkün olacağının düşünüyorduk. Çitten atlayan oğlakları sayarak, sonra onları çevirme yaparak tatlı rüyalara daldık…