26 Kasım 2014 Çarşamba

MELAS VADİSİ______Kahvehane Yolcuları Gün1&2___Seydişehir - Süleymaniye

İlk günkü kamp alanımız

Hava soğuk ama moraller yüksek

Sakaltutan geçidi


Süleymaniye köyü eski okul lojmanında akşam yemeği hazırlıkları

Yağmurlu bir gün olduğunu söylemiş miydim?

Fikir tabii ki dağların adamı Benoit’dan çıkmıştı. Kısa bir zaman önce işaretlenip tanıtımı yapılan, ancak henüz pek kimsenin keşfetmediği, bazısına göre eskiden kervan yolu olarak kullanılan (bkz. Emrah Özkök), diğerlerine göre Roma döneminden kalma Via Sebaste’nin bir uzantısı olan (bkz. Mehmet Gültekin) Melas Vadisi rotasını izleyerek Seydişehir’den Manavgat’a varmaktı amacımız. Ekibimiz A Takımı’na taş çıkartacak cinstendi: doğal liderimiz Benoit, GPS’i ve teknolojik donanımıyla koordinat sorumlusu Ali, tedarik ve karavana müdiremiz Asena, mantar uzmanı Gamze, ve doğuştan çaycı bendeniz Uğur. Ali ve Asena yaşadıkları yatın bağlı olduğu Gökova’dan, Gamze otobüsle İstanbul’dan, Benoit ve ben keyifli bir Elif Çağlar konseri arkası az bir uykuyla uçtuğumuz İstanbul’dan Konya’ya ulaşarak otobüs terminalinde buluştuk. Seydişehir’e üç saatlik bir otobüs yolculuğunun ardından rotanın başlangıç noktasına vardık. İlk gün fazla yorulmadan konaklamayı düşünürken henüz yolun başında dik bir yamacı tırmanırken bulduk kendimizi. İki saatlik bir yürüyüşün ardından bulduğumuz ilk geniş düzlüğe inerek kurduk kampımızı. Biz çadırları kurmayı henüz bitirmiştik ki bereket (köylülerin ağzıyla yağmur) yağmaya başladı bile. Büyükçe bir ağacın altına sığınıp ateşimizi yaktık ve henüz yolculuğun başında olduğumuz için getirdiğimiz envai çeşit yemekten seçtiğimiz kuru fasulye ve tavuklu mantarla doyurduk karnımızı. Biraz ateş başı sohbetinden sonra çekildik çadırlarımıza ve bütün gece aralıksız yağan yağmurun çadıra vurdukça çıkardığı serbest cazvari tınılar eşliğinde temiz bir uyku çektik.

Ertesi sabah uyandığımızda yağmur altında çadır en hızlı nasıl toplanır uygulamalı eğitimini başarıyla tamamladıktan sonra kahvaltımızı yapıp koyulduk yola. Bütün rotanın en zorlu etaplarından biri bekliyordu bizi. Hem uzun hem bol tırmanışlı bir parkurdu karşımızdaki ve sadece geçtiğimiz yerlerin isimlerini sıralamak bile yeterliydi bir kahramanlık destanı yazmaya: sakaltutan (veya çeken miydi?) geçidi, giden dönmez (ya da gelmez?) dağları, dokuz dolambaç ve kuş uçmaz çukuru (sonuncuyu ben salladım). Kâh sisler içinde kâh elimizde nescafe, bazen bir su başında bazen kahkahalarla geçirdiğimiz uzun yürüyüş bir türlü bitmek bilmeyince yolumuza her çıkana ne kadar yol kaldığını sormaya başladık. İlk karşılaştığımız köylü 15-20 dakikalık- 2-3 kilometrelik bir yolumuz kaldığını söyleyince biraz rahatladık ve şen çocuklar gibi yürümeye devam ettik. Bir buçuk saat sonra hala varmadığımızda bu sefer bir diğer köylüden aldığımız cevap bizi derin şüphelere terk etti: 15-20 dakikalık, 2-3 kilometrelik bir yolumuz vardı! Gezinin geri kalan günlerinde tekrar tekrar teyit edeceğimiz üzere, yurdum köylüsü mesafe ve zaman mefhumundan mahrumdu ve cevap her zaman sabitti: 15-20 dakika, 2-3 kilometre. Hedeflediğimiz köye ulaşamayacağımızı anlayınca rotadan hafif saparak en yakındaki köye doğru yönelmeye karar verip asfalt yoldan ilerlemeye başlamıştık ki….görevini layıkıyla yerine getirmek isteyen, tosun mu tosun, sesleri gür mü gür üç adet çoban köpeği pek arkadaş canlısı olmayan havlamalarıyla bize doğru yaklaşmaya başladı. Comandante Benoit’nın “taş al” komutuyla ellerimizde taşlar küçük adımlarla ilerlemeye devam ederken turan taktiğini uygulayan düşman çevremizi sarmaya başlamıştı bile. Tabii benim kafam attı ve derslerini vermek üzere köpeklerin üzerine atlıyordum ki arkadaşlar “köpekle köpek olunmaz” dediler ve beni tuttular. Benim ne kadar dişli olduğumu gören köpekler, belki biraz da sahipleri olan kadının gelip onları çağırmasıyla, tuzlu tenimizin tadına bakmadan bıraktılar peşimizi. Çoban teyzeye köyün uzaklığını sorduğumuzda aldığımız cevabı yazmama gerek olduğunu düşünmüyorum. Sonunda vardığımız Süleymaniye köyünde ilk iş kahveye attık kendimizi. İki üç yaşlı amcanın oturduğu köy kahvesinde sert mizaçlı kahveciden kahve yok cevabı alan Asena da dâhil hepimiz çaylarımızı yudumlarken haber uçurulan köy muhtarını beklemeye koyulduk. Muhtar Bey geldiğinde hoş beşten sonra geceyi köyde geçireceğimizi, müsait bir yer olup olmadığını sorduğumuzda derbeder görünüşümüzden olacak, muhtar efendi bizi (sonradan var olduğunu öğrendiğimiz) konuk evi yerine artık kullanılmayan eski ilkokula götürmeye karar verdi. En azından bütün ihtiyaçlarımızı karşılayacak donanıma sahip terkedilmiş okul lojmanında yemeğimizi yiyip sobada gün içinde ıslanan ayakkabı ve kıyafetleri kuruttuktan sonra ikinci gecemizi noktaladık. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder